Ha’berech – Nadav Lapid (2021)

“İsrail’i tek çığlıkla kusmak istiyorum! Suratına, senin o kültür bakanının suratına!”

Filminin gösterimi için çöldeki bir kasabaya giden bir film yönetmeninin, ülkesinin suçlarına ve iktidarın kültürel hegemonya için kurduğu sisteme karşı duruşunun hikâyesi.

Senaryosunu Nadav Lapid ve Haim Lapid’in yazdığı, yönetmenliğini Nadav Lapid’in yaptığı bir İsrail, Fransa ve Almanya ortak yapımı. Cannes’da -Apichatpong Weerasethakul’un “Memoria” adlı filmi ile paylaştığı- Jüri Özel Ödülü’nü kazanan yapıt, yönetmenin kişisel hayatından ve mücadelesinden derin bir biçimde esinlenen hayli öfkeli hikâyesi, zaman zaman bir manifestoya dönüşse de gerçekliği nedeni ile daha da güçlenen etkileyiciliği ve filmin tüm sahnelerinde ve nerede ise her karesinde görünen Avshalom Pollak’ın zor bir rolün altından ustalıkla kalkmasını sağlayan performansı ile ilgiyi hak eden bir çalışma. Lapid’in nerede ise seyircinin üzerine gelen sinema dilinin zaman zaman yorucu olması ve politik/ideolojik söylevinin uzaması filmin gücünü azaltıyor açıkçası ama aradan geçen iki yılda İsrail’in ülke olarak geldiği vahim nokta sinemacının haklılığını o derece güçlü bir şekilde gösteriyor ki bu kusurlar rahatlıkla görmezden gelinebilir.

Çok kısa bir sürede (15 gün) senaryosu yazılmış ve yine çok kısa bir sürede (18 gün) çekilmiş ve bir yandan çok kişisel, öte yandan da sadece İsrail değil, Türkiye dahil demokrasisi sıkıntılı olan tüm ülkelerde de geçtiğini rahatlıkla iddia edebileceğimiz kadar evrensel bir hikâyesi olan bir film bu. Hikâyenin kahramanı olan sinema yönetmeni Y’nin annesi oyun yazarı ve senarist, babası ise sanat eleştirmeni; filmin yönetmeni Nadav Lapid’in annesi kurgucu, senaryoyu birlikte yazdığı babası ise yazar. Sadece ebeveynlerin sanat camiasından olması değil, hikâyeyi bireysel kılan; Lapid’in annesi tıpkı Y’nin annesi gibi akciğer kanserinden ölmüş, her ikisi de Tel Aviv’de yaşıyor, ikisinin de son filmlerinin prömiyeri Berlin’de yapılmış (Lapid’inki “Synonymes”) ve ikisinin de Paris bağlantısı var. Aslında tüm bunlardan daha önemlisi, kendisi de İsrailli bir sanatçı olarak, tıpkı Y gibi ülke yönetiminden, ülkedeki toplumsal atmosferden, Filistinlilere yapılanlardan ve dinci/gerici bir muhafazakarlığın ve milliyetçliğin hâkimiyetinden dolayı çok rahatsız. Lapid filmi 2020 -20211’de çekti ve onun Y’nin ağzından dile getirdiklerinin çok daha fazlası hâkim ülkede bugünlerde. İsrail şu anda tarihinin en sağcı ve içinde ırkçıların ve fanatik dincilerin de olduğu bir iktidar tarafından yönetiliyor. Tıpkı bizde olduğu gibi, aydınlanmacı bir bakıştan uzak düştükçe kültürel ve entelektüel üretim de azalıyor ve bu zihniyetteki iktidarların kültür alanında hegemonya kurabilmeleri için ellerindeki silahlara (finans kaynakları, sansür vb.) başvurmaları çok sık rastlanan bir olgu. Lapid’in sadece kültürel alanındaki baskılar ile değil, toplumun militarist hüviyetinden Filistin’e yapılan zulme uzanan farklı alanlarda da sesini çıkararak oldukça cesur davrandığını ve İsrail’in bu yoldan dönmedikçe, kendisini kendi eli ile yok oluşa götürdüğünün altını çizdiğini takdiri hak eden bir şekilde dile getirdiğini de belirtmekte fayda var. Bir sahnede kültür bakanına atfedilen “Ülkeyi karalayan, açlıktan ölür” sözü oldukça net bir resim çiziyor kesinlikle.

Evet, hem kişisel hem toplumsal (evrensel) bir hikâye anlatıyor Lapid; bunu yaparken takındığı tavır ise oldukça şiddetli bir öfke ile dolu. Öyle ki adeta filmi seyredenleri (elbette başta İsrail halkı olmak üzere) sarsmak ve “kendinize gelin” diye bağırmak istemiş yönetmen. Bu sinema dili ve Y’nin kimi hayli uzun konuşmaları filmin üzerinde olumlu olduğu kadar, olumsuz etki de yaratmış; Lapid’in kendisini gerektiği kadar dizginleyememesi anlaşılabilir bir durum aslında ve hikâyenin hemen her unsuru ve olgusunda gerçeklerden yola çıkılmış olmasının da sağladığı belgesel havasına da uygun. Gerçekten de yönetmenin kendi kişisel ve iş hayatını belgelediğini düşünebilirsiniz filmi seyrederken. Ne var ki bu -kolayca empati kurulabilecek- tavır filmin sinema değerini zedeliyor bir bakıma.

Y adlı yönetmenin çekmeyi düşündüğü film için deneme çekimlerini gösteren bir bölüm ile açılıyor hikâye. İsrailli bir askeri tokatladığı için 16 yaşındayken hapse atılan Filistinli bir genç kızı anlatacak bir film bu ve deneme çekiminde bir karakter Ahed’in dizinden kurşunlanmamış olmasından şikâyet ediyor; çünkü böylece kız evinden bir daha çıkamaz ve askerlere de sorun yaratamazdı ona göre. Sonra kızın dizine odaklanıyor kamera ve o, dizinin üzerinde tempo tutmaya başlıyor; gittikçe hızlanan tempo ise onun seslendirdiği, Guns N’ Roses şarkısı “Welcome to the Jungle”a bağlanıyor. Oldukça çığlık çığlığa yapılan bir yorum bu ve ilerde bir başka şarkı sahnesinde (İsrailli hip-hop grubu Shabak Samech’in “Imperia” adlı şarkısı) göreceğimiz gibi Lavid’in sert ve öfke dolu diline de uygun. Y’nin filmin gösterimi için, çölde küçük bir kasabaya gidişini ve orada yaşananları izliyoruz sonra. Bir yandan kanser olan annesi, diğer yandan içinde bulunduğu durum hikâyenin bundan sonrasında sürekli ıstırap, öfke, direniş, sarkazm gibi farklı ruh halleri arasında sıkışıp kalan bir adam getiriyor karşımıza. Bir mobil uygulamadan evli bir kadınla yazışma gibi hikâyedeki yerini tam anlayamadığımız bölümler içerse de bundan sonrası, diğer her sahneyi ve karakteri “mesaj”ına uygun olacak bir şekilde kullanmış Lapid. Çekeceği filmde rol almak isteyen ve bir büyük şehirde rahat bir yaşam sürdüğü anlaşılan genç kızın yönetmeni ikna etmek için onu telefonla aradığı sahne de başta ilgisiz görünebilir ama aslında tam da hiikâyenin dert edindiklerinin göbeğindeki bir durumun tespiti bu. Ahed’i canlandırmak isteyen oyuncu adayının, Filistinli gerçek karakterin içinde yaşamak zorunda bırakıldığı durumla ilgili hiçbir bilgisinin olmadığını ima ediyor film ve bu bağlamda bakınca, hikâyenin karanlık havasını artırıyor.

Tüm ülkenin “gittikçe aptallaştırıldığı ve bundan zevk alır hâle getirildiği” bir resim görüyor Y ve öfkesi de bunun üzerine kurulu. Film gösteriminin başında seyircilere “Göreceğiniz her şey gerçek. Bu olaylar yaşandı, karakterler bunları yaşadı” diye konuşuyor; benzer şekilde Nadav Lapid de seyircisini omuzlarından sarsarak, anlattığının gerçekliğini haykırıyor yüksek bir sesle. İsrail’in Kültür ve Spor Bakanlığı’nın böyle bir hikâye anlatan ve bakanlığın uygulamalarını sert bir şekilde eleştiren filmin destekçileri arasında bulunması şaşırtıcı gelebilir ama iki yıl sonra İsrail’in tarihindeki en sağcı hükümet tarafından getirildiği nokta artık bu tür bir sponsorluğu tamamen imkânsız kıldı. Sert hikâyesine rağmen filmin nefes aldıran anları da var; Y’nin Vanessa Paradis’nin “Be My Baby” şarkısı eşliğinde “kamera”ya dans ettiği sahneden, bir başka karakterin Bill Withers’ın “Lovely Day” şarkısına uyarak sergilediği eğlenceli dans figürlerini örnek gösterebiliriz bu nefes anlarına. Ne var ki bu bölümleri de daha çok yitirilen/erişilemeyen bir şeyleri hissettirmek için yaratmış sanki yönetmen. Yeri gelmişken, tıpkı Y’nin dans ederken adeta poz vermesinde olduğu gibi, yönetmenim kameranın varlığını sert hareketlerle sık sık hatırlattığını da eklemekte yarar var. Karakterlerden ikisi konuşurken, kamera âni bir hareketle gökyüzüne yükselip geri dönebiliyor örneğin veya ne ilgili sahnedeki karakterlerin ne de “seyircinin” bakış açısı olduğu söylenebilecek bir yönde hareket ediyor. Sahnelerin atmosferine bir tedirginlik ve rahatsızlık havası katıyor bu tercih ama tam olarak yönetmenin amacı bu mu, bunu söylemek zor.

“Eninde sonunda coğrafya galip gelir” dediğini söylüyor bir sahnede Y annesinin. Bizde de özellikle politik bağlamda sıklıkla kullanılan ve kaynağı konusunda kesin bir uzlaşı olmayan “Coğrafya kaderdir” ifadesini hatırlatan bu cümleyi Y, ülkesinin eninde sonunda coğrafyanın zorunlu kıldığı durumu kabul etmek zorunda kalacağını ve buna direnmenin, ülkesinin bugün içinde bulunduğu durumun nedenlerinden biri olduğu savını güçlendirmek için kullanıyor. Kapitalizm (“Şimdi hepimiz bankaların kölesiyiz”) ve küresel ısınma (aşırı sıcaklar nedeni ile tarlada kavrulan domatesler için söylenen “Düşünsene, çölde çürüyen binlerce dolmalık biber… bu ülkenin metaforu”) eleştirisinin de araya sıkıştırılmış göründüğü filmin sel suyunun doldurduğu derin yarık kenarında geçen final bölümü hikâyenin zayıf noktasını oluşturuyor. Senaryonun, bu kapanışı filmin geri kalanına yakışır şekilde daha güçlü (ve doğru) bir içerikle halletmesi gerekirdi. Y’nin, anlattığı “Siyanür hapı” hikâyesinde hangi karakter olduğu üzerinden seyirciyi hem şaşırtan hem düşündürebilen senaryo daha iyi bir çözüm bulabilmeliydi kapanış için.

“Kadınsızlık başlarına vurmuş” on erkek askerin dans ettiği bölümde öfke ve kıstırılmışlığı -belki fazlası ile- somutlaştıran filmde Y’nin yaptığı yolculuğun ve film gösteriminin yapılabilmesi için karşısına çıkarılan koşulların bir benzerini Lapid de yaşamış. “Haganenet” (Anaokulu Öğretmeni) adlı yapıtının gösterimi için, tıpkı filmde olduğu gibi 2014 yılında Arava’ya gittiğinde benzer koşullarla karşılaşmış yönetmen. Yine de film tüm o karamsar/kara havası içinde bir umut ışığı da taşıyor. Y’nin kültürel baskıları ifşa etmek için tuzak kurduğu karakterin sadece bir bürokrat değil, aynı zamanda bir kurban olduğunu anlaması da hikâyenin sert tepkiselliğini yumuşatıyor bir parça da olsa. Hikâyede önemli bir metafor olarak kullanılan dev yarığın, Nietzsche’nin “Canavarlarla mücadele eden kişi sonunda bir canavara dönüşmemeye baksın. Uçuruma uzun süre bakarsan, uçurum da sana bakar” sözünü hatırtlattığını ve sadece Y’ye değil; onun gibi, canavarlarla mücadele eden herkes için bir uyarı olduğunu düşünmek de mümkün. Son bir söz olarak, filme adını veren Filistinli Ahed Tamimi’nin gerçek bir karakter olduğunu, internette “İsrailli askeri tokatlama” videosunun çok seyredildiğini ve sonlara doğru bir parça didaktik olmaktan kendisini alamayan filmin ilgiyi hak ettiğini belirtelim.

(“Ahed’s Knee” – “Ahed’in Dizi”)

Synonymes – Nadav Lapid (2019)

“İbraniceyi reddetmen onu çok üzmüş. Dilini reddetmenin, ruhunda bir parçayı öldürmeye eş değer olduğunu söyledi”

Ulusal kimliğinden kurtulmak için ülkesinden kaçarak Paris’e gelen İsrailli genç bir adamın hikâyesi.

Senaryosunu Nadav Lapid ve babası Haim Lapid’in yazdığı, yönetmenliğini Nadav Lapid’in yaptığı bir Fransa ve İsrail ortak yapımı. Hikâyenin kahramanı olan Yoav’ı canlandıran Tom Mercier’in ilk kez oyunculuk yaptığı film onun açısından cüretkâr olarak nitelenebilecek sahneleri olan, kimlikten (ve onunla birlikte gelen kaderden) kaçmanın imkânsız göründüğü, dili ve içeriği ile cesur bir çalışma. Yönetmenin filmin kurgucularından biri olan annesi Era Lapid’e ithaf ettiği film Berlin’de hem Altın Ayı ödülünü almış hem de sinema yazarları tarafından yarışmalı bölümün en iyisi seçilmişti. Baş karakterinin ifadesi ile “kaderi mühürlenmiş olan bir ülke”nin vatandaşı olarak İsrail’de yaşamanın travmalarını kimliğini ve onun ayrılmaz parçası olan ana dilini terk ederek atlatmaya çalışan adamın bu delice ve imkânsız denemesini farklı kamera kullanımı ve yenilikçi bir üslup ile, hikâyelerin insan için taşıdığı yaşamsal önemi vurgulayarak ve güçlü bir biçimde anlatan bir çalışma.

Taşıdığı koca bir sırt çantası ile bir adam çok hızlı adımlarla yürüyor caddede; kamera onu çok yakından, adeta vücudunun bir parçaymış kadar yakından takip ediyor. Büyük ve boş bir apartman dairesine giriyor adam. Uyuduktan sonra duşa giriyor ve oradan çıktığında, çıkardığı kıyafetleri dahil tüm eşyalarının çalındığını fark ediyor. Hava çok soğuktur, apartmandaki diğer dairelerin kapısını çalar ama açan olmaz. Donmamak için duşa girer tekrar ama sıcak su kesilir ve… Yoav adındaki genç adamın kahramanı olduğu tüm bu sahneleri ilk uyandığı andan itibaren tamamen çıplak olarak oynuyor Tom Mercier ve daha sonra birkaç kez daha tekrarladığı bu çıplaklığını, para kazanmak için modellik yapmaya gittiği bir yerde çok daha ileri götürüyor hayli sert bir sahnede. Yönetmen Nadav Lapid’in bu cüretkârlığın arkasında yatan temel olarak hikâyesinin baş karakterini tüm “çıplaklığı” ile ortaya koymak ve onun bir kimliği üzerinden atmaya çalışırken içine düşebileceği kimliksizliği işaret etme isteği olsa gerek. Mercier bu zor sahnelerin altından ustalıkla kalkıyor ve karakterinin umarsızlığını, çabalarını ve -belki de en çok kendisine karşı- giriştiği savaşı oldukça etkileyici bir performansla getiriyor karşımıza. Travmaları büyük bir karakterin bu dıştan başta fark edilmeyen ama içeride dehşetli bir şekilde can yakan yaralarını adeta kendisi gerçekten yaşamış gibi içselleştirmeyi başarmış genç oyuncu.

Yoav’ın kendisini son anda donmaktan kurtaran iki Fransız karakterle ilişkisinin seyrini, onun üzerine almaya çalıştığı yeni kimliği ile ilgili sıkıntıların bir işareti veya sonucu olarak kullanıyor film. Emile (Quentin Dolmaire) parasını zengin babasının karşıladığı evinde kitabını yazmaya çalışan ve belirsiz bırakılan bir sorunu olan genç bir adamdır ve Yoav hem hikâyeleri ile hem fiziksel olarak ilgisini çeker onun. Onunla birlikte yaşayan Caroline adındaki genç kız ise bir orkestrada obua çalmaktadır ve Emile’e karşı duyduğu ama ileri götüremediği duygularının karşılığını Yoav’da bulacaktır. Bu iki genç insanla olan ilişkileri Yoav için Fransız olmanın aracıdır bir yandan da ve akıbetleri asıl çabasınınki ile aynı olacaktır. Genç adam kaçtığı İsrail’i Paris’te de bulacaktır karşısında. Sadece peşinden gelen babası değil, güvenlik görevlisi olarak işe girdiği İsrail konsolosluğundakiler veya İsrail’deki askerliğinden tanıdığı Michel adındaki milliyetçi Yahudi onun nereye giderse gitsin ulusal kimliğinden kaçışının olmadığını gösteriyor. Yunan şair Kavafis’in “Şehir” adlı şiirindeki mısraları (Cevat Çapan çevirisi) hatırlatıyor Yoav’ın yaşadıkları: “Yeni bir ülke bulamazsın, / başka bir deniz bulamazsın / Bu şehir arkandan gelecektir… Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda. / Başka bir şey umma / Bineceğin gemi yok, çıkacağın yol yok”. Kendince haklı gördüğü gerekçelerle militarist bir toplum yaratan İsrail’de yaşamanın sonuçlarıdır bunlar. Fransa’da ne yapacağı sorulduğunda “Fransız olacağım” cevabı veren tuhaf, özgün ve yaralı bir karakter Yoav ve film de ona çok uyan bir biçim ve içeriğe sahip.

Sert kamera hareketlerinden çekinmiyor Nadav Lapid ve görüntü yönetmeni Shai Goldman ile birlikte hareketli, kıpır kıpır, tedirgin bir havası olan ve Yoav’ın çalkantılı ruhunu ve savaşını hep hissettiren bir atmosfer yaratıyor. Neta Braun, François Gédigier ve Era Lapid’in imzasını taşıyan kurgunun da doğru temposu ile desteklediği bu havada kamera Yoav’ın bakışından bakarken dünyaya, aniden onu çok yakından görüntülemeye geçebiliyor. El kamerasının yarattığı “gerçekçi” bu üslup seyirciyi ya Yoav ile birlilkte konumlandırıyor ya da onun fiziksel ve ruhsal olarak çok yakınına yerleştiriyor.

Hikâyenin büyük bir kısmında, Emile’in kendisine hediye ettiği altın rengi bir palto ile dolaşan Yoav’ın içine girmeye çalıştığı toplumdaki “yersiz”liğini görsel olarak da anlatan film İsrailli adamın Emile ve Caroline dışında hiçbir Fransızla ilişki kur(a)madığının ve tek istisna gibi görünen bir Fransızın da onun bedenini nasıl sömürdüğünün altını çiziyor. Kendi eylemlerinin sonucu olan ve haklı olarak kapıldığı güvenlik paranoyası ve beraberinde gelen milliyetçiliğin İsrail halkını nasıl esir aldığını ve Yoav’ın biraz da bundan kaçmaya çalıştığını görüyoruz hikâye boyunca. Genç adamın film boyunca anlattığı hikâyelerin -yönetmenin kendi yaşamından esinlenerek yazdığı söyleniyor bunları- hep ülkesindeki yaşamla ilgili olması, henüz Fransa’da yeni olması nedeni ile doğal olsa da, Fransa’da yaşadıklarının yine bu hikâyelerin uzantısı olmasını da aynı bağlamda değerlendirmek gerekiyor. Herkesle ısrarla Fransızca konuşan (sadece babası ile İngilizce konuşuyor, herhalde adam Fransızca bilmediği için) adamın İbranice konuştuğu (konuşmaya zorlanıyor) ilk ânın bedensel ve ruhsal olarak aşağılandığı sahne de benzer bir gerekçe ile çekilmiş olsa gerek. Batılı bir bakışın oryantalist fantezilerinin nesnesi olmanın ötesine geçemiyor Yoav ve buna mahkûm kalacağını da anlıyoruz.

Filmin karanlığını azaltmayan acı mizah anları da var Yoav ile ilgili: Pink Martini’nin “Je ne Veux pas Travailler” şarkısının ritmi ile askerde atış talimi yapması, konsolosluk önünde yağmur altında bekleyenler için “sınırları kaldırması”, bir barda dans edenlerin ayakları altında sürünerek bedava yemeğe ulaşma çabası (ekmekle yapılan dans acı acı güldürüyor kesinlikle) veya onun da katıldığı bir askerî törende iki kadın askerin İsrail’e 1979’da Eurovision’da birincilik getiren Milk And Honey grubunun “Hallelujah” şarkısını seslendirdirmesi. Bunlara entegrasyon kursundaki karakterlerin ve Yoav’ın yaşadıklarını da ekleyince, filmin Yoav’ın çabasının acınası komikliğini etkileyici bir şekilde anlattığını söyleyebiliriz. Babasının “Askerlik yüzünden mi kaçtın?” sorusunu “Hayır, yazıklar olsun bana ki eğlendim orada” cevabını veren Yoav’ın bu cümlesi hikâyenin trajikomik olarak da tanımlanabilecek havasının da iyi bir özeti oluyor.

Ulusal kimliğimizden tamamen sıyrılabilir miyiz sorusu üzerine düşündürten film bu kimliği oluşturan yaşam hikâyelerimizin önemini de hatırlatıyor. Emile’e kitabında kullanması için izin verdiği hikâyeleri geri isteme gerekçesini şöyle açıklıyor Yoav: “Özellikleri olduğundan değil, bana ait oldukları için”. Kitaplardan öğrendiği Fransızcasının günlük hayata çok da uymayan edebîliği ile ayrıksı bir yerde duran Yoav’ın sondaki “kapıyı zorlama” sahnesi ile sıkı bir kapanış yapıyor film. Hikâyede birtakım boşluklar var (Yoav’ın kaçtığı bir ülkenin konsolosluğunda güvenlik görevlisi olarak işe girmesi, o boş evi nasıl bulduğu ve daha da tuhaf bir şekilde orada soyulması vs.) ve bunlarla ilgili bir açıklama yapma ihtiyacında bulunmuyor senaryo. Hikâyenin sembolizmi de bir parça fazla görünebilir zaman zaman ek bir problem olarak. Bunlara karşılık, Tom Mercier’in -çıplakken de giyinikken de!- vücut dilini ustalıkla kullanan performansı ve Quentin Dolmaire’in Yoav’ın ütopik bir şekilde hayal ettiği “Fransızlığın” sembolü olabilecek entelektüel ve seksî havayı çok iyi yansıtan oyununun da artıları arasında olduğu film sinemanın son dönemdeki ilginç örneklerinden biri ve görülmesi gerekli bir çalışma.

(“Synonyms” – “Eş Anlamlılar”)