“Yalnız, katile söyle, beni yağışlı havada öldürmesin, cemaat ıslanıp da arkamdan küfür etmesin; mermileri temizletin, mikroptan korkarım çünkü; kapalı havada rutubetten etkilenirim, romatizmalarım azar; salı günü öldürmesin, işim sallanabilir. Benden bu kadar, katilimin gözlerinden öperim, hadi eyvallah”
Hastanede karışan sağlık raporları yüzünden sadece altı aylık ömrü kaldığını zanneden mülayim bir adamın karakterinin değişmesi ile gelişen olayların hikâyesi.
Natuk Baytan’ın yönettiği, senaryosunu Erdoğan Tünaş’ın yazdığı bir Kemal Sunal filmi. Sunal’ın o dönemde kendisi ile özdeşleşen Şaban tiplemesinden uzak duran film, oyuncunun nispeten daha dizginlenmiş bir performans gösterdiği ve bu nedenle göreceli farklı bir Sunal çalışması bugünden bakıldığında. Tünaş’ın senaryosunun yeterince güçlü olmaması veya daha doğru bir ifade ile söylersek, hikâyenin tümünde aynı düzeyi tutturamamış olmasının sıkıntılarını yaşayan film elbette Sunal hayranlarının mutlaka seveceği bir çalışma. Sayıları fazla olmasa da kimi komik anları ve yine sayıları yetersiz olsa da kimi sözlü esprileri ile ihmal edilemeyecek bir eğlence potansiyeli taşıyan film görülmeyi hak ediyor.
1970 ve 80’lerin Kemal Sunal’ı ile günümüzün Şahan Gökbakar’ını karşılaştırmak, “eski” ve “yeni” Türkiye arasındaki farkı (en azından bir kısmını ama aynı zamanda başka alanlar için de bir gösterge niteliği de taşıyan bir kısmını) anlamak için çok iyi bir araç olarak kullanılabilir. Her ne kadar bir “Şaban filmi” olmasa da, bu filmde de zaman zaman “kaba”laşan bir Sunal var karşımızda ve epey küfürlü de konuşuyor örneğin. Ne var ki bir çizgi var ki onun altına hemen hiç inmiyor Sunal bu filmde ve asla bayağılaşmıyor. Onun filmlerinden pek hoşlanmasanız bile kabul edebileceğiniz bir gerçek bu. Oysa Şahan Gökbakar ile filmlerindeki Recep İvedik karakteri için bu tür bir olumlu ifade kurmak kesinlikle mümkün değil. Gökbakar ki Recep İvedik karakterinin kendisi olarak da görülebilir rahatlıkla sadece bayağılık seviyelerinde dolaşmakla kalmıyor, bayağılığın propagandasını yapıyor; onunki bayağılaşarak ve seyircisini de bayağılaştırarak üretmek. Elbette sadece tarz farkı yok iki sinemacı arasında: İçerik olarak da Sunal filmleri tüm o İvedikler’in kat be kat üzerinde yer alıyor. 1979 yapımı olan bu film o dönem ülkenin içinde bulunduğu toplumsal koşulları doğrudan değil ama dolaylı olarak yansıtıyor hikâyesine ve duvarlardaki politik sloganlardan yola bırakılan bombalara dönemin izlerini taşıyor. Oysa İvedik filmleri doğrudan veya dolaylı tüm politik göndermelerden özenle uzak dururken, iktidarın zaten kaba olan tüm toplumsal mesajlarını daha da kabalaştırarak karşımıza çıkarıyor hikâyelerinde.
Tünaş’ın senaryosu yeterince sağlam değil dedik ve daha ilk açılıştaki sahneler bu güçsüzlüğün tipik örnekleri olarak verilebilir. Hikâyedeki yan karakterler ve onlarla ilgili komik anlar ve sözler çoğunlukla bir bütünün parçası gibi kurgulanmış olmaktan çok, anlık bir mizah duygusu yaratıyorlar genellikle. Filmin bazı anları sadece Sunal’ın varlığı üzerine kurulmuş gibi görünüyor ve Sunal’ın göreceli ekonomik oyunu nedeni ile bu anları da filmin, durgun geçiyor. Buradaki problemin kaynağı Sunal’ın oyunu değil elbette (ki oyuncunun bazı sahnelerde bir parça düz oynadığını da söylemek gerek bu arada), problem Tünaş’ın senaryosunda. Aynı senaryonun bir önemli skıntısı daha var: Sunal’ın karakterini hikâyenin gelişimi ile tutarlı olmayan bir biçimde kullanıyor hikâye. Evet, “oyuncu/şakacı” bir karakteri var kahramanımızın ama peş peşe olan sahnelerde (birbirini takip eden bu sahnelerin tümü kendisine öleceğinin söylenmesinden ya önce ya da sonra olduğu için hastalık haberi ile açıklanamayacak bir şekilde) farklı davranış özellikleri gösteriyor anlaşılmaz bir şekilde: Bir “saf” oluyor örneğin, bir çok kurnaz. Bütün işlerini kendisine yıkan çalışma arkadaşlarını “patron geliyor” diye korkutmayı akıl ediyor örneğin ama bütün angaryaların kendisine yıkılmasına nedense hiç ses çıkarmıyor. Bir komedi kalıpları içinde bakıldığında da sorunlu olan gerçekçilik problemleri var hikâyenin ayrıca. Hastanın adresini bilmeyen hastane, kendisine sadece kahramanımıza söylemesi gerektiği tembih edilen bilgiyi yanlarında başkası varken paylaşan hemşire ve daha da önemlisi (bir mizansen ve kurgu hatası nedeni ile de) bu bilginin kendisi için de önemli olduğu bu diğer karakterin ne tepki verdiğini hiç göremememiz.
Olayların bir parça hızlı geliştiği ve buna karşılık bazı anlarında temposu düşer gibi olan filmin bir Kemal Sunal çalışması olmasından başka olumlu özellikleri de var. Yaşlı ve gerçek hasta rolündeki Kamer Sadık’ın kısa sahnesinde müthiş bir gösteri yaptığı ölüm sahnesi, kiralık katilin kahramanımızın peşindeki diğer tetikçileri teker teker temizlemesi, fazla tekrarlanıyor olsa da “meselâ” esprisi ve finalde bunun bir “karşı espri” olarak kullanılması ve kabadayılığın toplumdaki değerinin altını eleştirel ve güçlü bir biçimde çizmesi filmi görmeye değer kılan unsurlardan sadece birkaçı. Senaryo zaman zaman kolaya kaçsa da ve mizahı yeterince güçlü olmasa da bir Kemal Sunal filmi bu ve eğer -görmeseniz bile yaşadığınız havayı zehirleyen- İvedik’e bir şekilde maruz kaldıysanız arınmak için rahatça başvurulabilir. Tüm yardımcı rollerdeki oyuncuların sağlam performanslar gösterdiklerini de vurgulayalım son olarak.