Laws of Gravity – Nick Gomez (1992)

“İnsanları insanlar öldürür, silahlar değil”

Küçük hırsızlıklarla yollarını bulan Brooklyn’li iki adamın silaha bulaşmaları ile gelişen olayların hikâyesi.

Bugün kariyerini popüler televizyon dizilerinin yönetmenliği ile sürdüren ABD’li yönetmen Nick Gomez’in ilk sinema filmi. Düşük bütçeli bu bağımsız film sürekli canlı tutmayı başardığı gerçekçilik havası, Brooklyn sokaklarından aktardığı belgesele yakın görüntüler ve çok da yeni olmayan hikâyesine rağmen bu hikâyeyi gerilim ve doğallıkla zenginleştirmeyi başarması ile dikkat çekiyor. Karakterlerin sürekli ve sık sık hep birlikte konuştukları filmde diyalogların takibi zaman zaman zorlaşıyor ama bunun hikâyedeki karakterlerin yaşamının doğal bir parçası olduğunu hissettirmeyi başarıyor filmimiz.

Sadece 12 günde ve 38 Bin Dolarlık bir bütçe ile çekilen bu alçak gönüllü suç filmi yaşamlarını genellikle küçük hırsızlıklarla sürdüren iki genç adamın silahlara bulaşması ile değişen hikâyelerini anlatıyor. Gomez kendi yazdığı senaryosunda bu tür filmlerde alıştığımız hikâyelerden farklı bir şey söylemiyor ve suçtan oluşan bu hayatların “su testisi su yolunda kırılır” ana fikirli bir sona kavuşacağını anlatıyor temel olarak. Filmi farklı kılan yönetmenin bu hikâyeyi anlatırken tercih ettikleri: Öncelikle ana karakterlerden yan karakterlere tüm kişiler o denli gerçekçi çizilmiş ki konuştuklarından yaptıklarına adeta kendi hayatlarını oynayan insanları veya bir belgeseli izliyor gibi seyrediyorsunuz olan biteni. Sürekli hareket eden bir kamera başta iki adamı canlandıran Peter Greene ve Adam Trese, ve ilkinin eşinii canlandıran Edie Falco olmak üzere oyuncuların gerçekçi performanslarını izlerken bize de Brooklyn sokaklarında ve o mahallede yaşıyormuşuz gibi hissettirmeyi başarıyor kesinlikle. Diyalogların çokluğu ve yoğunluğu, özellikle de aynı anda pek çok karakterin konuştuğu (ve bu nedenle de zaman zaman yoran) sahneler oyuncuların doğaçlama yaptığını düşündürecek kadar doğal kesinlikle.

Karakterleri birbirine laf atarken, dövüşürken ve dayanışırken izletiyor bize hikâye sürekli olarak ve bunu yaparken de kendinizi yabancılar için tehlikeli ama yerlileri için doğal olan bir ortamda bir yabancı olarak tedirgin hissetmenizi sağlıyor. Berlin Film Festivali’nde Forum bölümünde gösterilen ilk veya ikinci filmler arasında en iyisine verilen Wolfgang Staudte ödülünün sahibi olan film, piknik sahnesinin çok iyi bir örneği olduğu bir şekilde, olaysız görünen bir anın nasıl her an bir problemli ana, bir şiddet gösterisine dönüşebileceğini göstererek seyircisinin konsantrasyonunu yüksek tutmayı beceriyor. Jean de Segonzac’ın kamerasının hareketliliği planların kurgu oyunlarına gerek kalmadan etkileyici olmasını sağlayan bir öğesi olmuş filmin ve hikâyeye ciddi bir katkıda bulunmuş kesinlikle. Bunlara bir de -tekrar vurgulayarak- diyalogların ve karakterlerin gerçekçiliğini ekleyelim. Örneğin bir Scorsese filminde karakterler hep “büyük konuşmaların” peşindedir; her söylenen cümlenin altı kalın bir şekilde çizili bir büyük söylemin, sinemaseverlerin alıntı yapmayı seveceği türden iddialı lafların kaynağı olması hedeflenir. Burada bu yapaylıktan uzak durmayı başarıyor Gomez ve karşımıza her bireyi, her olayı, her anı, her cümleyi gerçekte nasılsa o şekilde getiriyor.

Erkek karakterlerin tüm maçoluklarının arkasında aslında büyümeyi ret eden çocukların olduğunu göstermesi ile de dikkat çeken film, bağımsız sinemanın yapaylıklardan arındığında ve gerçekten bağımsız olduğunda nasıl gerçekçi hikâyeler anlatabileceğinin iyi bir örneği özetle. Hikâye pek zengin değil (zaten bir hikâyeden çok bir durumu anlatan bir film karşımızdaki) ve diyalogların bir parça azaltılması çok iyi olurmuş ama ilgiyi hak eden bir eser bu.

(“Yerçekimi Kanunları”)