The Juniper Tree – Nietzchka Keene (1990)

“Bir koca bulmak için büyü yapacağım. Sesimi duyacak ve bir daha beni asla bırakmayacak. Ayak izlerimi ceketine işleyeceğim ve sonsuza kadar beni takip edecek. Etrafında üç kez dönüp, kalbini kalbime bağlayacağım. Ama bunu kimse bilmemeli, kimseye söylememeliyiz. İşte o zaman yanmayız, diğerleri gibi olmayız çünkü kimse bizi tanımayacak”

Orta Çağ’da İzlanda’da annelerinin büyücülük nedeni ile yakılarak öldürülmesi üzerine evlerini terk etmek zorunda kalan iki kız kardeşten büyüğünün bir erkeği büyü ile kendisine bağlayarak kendisi ve kardeşi için bir aile kurma çabasının hikâyesi.

ABD’li sinemacı Nietzchka Keene’nin yazdığı ve yönettiği bir İzlanda yapımı. Grimm Kardeşler’in aynı adlı masalından uyarlanan film İzlandalı oyuncularla İzlanda’da ama İngilizce olarak çekilmiş ve henüz 52 yaşındayken hayatını kaybeden Keene’in ilk sinema filmi olmuş. Çekimler 1986’da gerçekleştirilse de, tamamlanması ve gösterime girebilmesi finansal sorunlar nedeni ile 1990’ı bulmuş bu ilginç filmin. Bugün daha çok İzlandalı sanatçı Björk’ün ilk sinema filmi olması ile ve yönetmeninin ikinci filminin çekimlerini bitiremeden hayatını kaybetmiş olması ile hatırlanan film, Grimm Kardeşler’in sert unsurlarla dolu masalından yola çıkarak, hikâyeyi kadın bakışı (ve kadınlara bakış) ile zenginleştiren içeriği ile ilginç bir çalışma. Björk dışındaki oyuncuların -belki İngilizce oynamalarının da sonucu olarak- diyalogları bir parça okur gibi seslendirdikleri filmde Randolph Sellars’ın başarılı siyah-beyaz görüntüleri ve Larry Lipkins’in Orta Çağ’ın ezgilerini hatırlatan müziği de hikâyeye önemli katkı sağlamışlar.

Girişte T. S. Eliot’ın 1930 tarihli “Ash Wednesday” adlı uzun şiirinden bir bölüme yer vermiş Nietzchka Keene: “Bir ardıcın altında şakıdı kemikler, dağılmış ve parıltılı / İyi ki dağıldık, pek hayrımız dokunmadı birbirimize / Gün serinliğinde bir ağaç altında, hayır duası ile kumların / Unutup kendilerini ve birbirlerini, birleştiler / Sessizliğinde çölün”. Eliot adını Hristiyanlıktaki kutsal günlerden birinden alarak koyduğu bu şiirinde inanç sahibi olmanın zorluklarından bahseder ve okuyucuyu da ruhsal farkındalığa çağırır. Keene’in filminde bu tür bir ruhsal bir çağrı yok ama “cadı”lık laneti üzerlerinde olan iki genç kadının, annelerinin bu suçlama ile yakılarak öldürülmesinden sonra yuva ve aile arayışları ve büyük kardeşin bunun için yaptıkları anlatılıyor. İncil’den okunan bir hikâye sahnesinde olduğu gibi doğrudan dinî içerikler çok az filmde ama kilise kurumunun dinsel inançlardan yola çıkarak ve din adına suçladığı ve cezalandırdığı cadıların (kadınların) inançları hikâyenin göbeğinde yer alıyor. Evin penceresinin çerçevesinin haç şeklinde görünecek şekilde sık sık görüntüye girdiğine de dikkat etmeli bu bağlamda.

Hayli sert bir içerikle dinden yeniden doğuşa pek çok temayı içeren ve yamyamlık unsuru da olduğunu söyleyebileceğimiz masal temelde -masalların favori kötü karakterlerinden biri olan ve herhalde bu masalları yazanların / yaratanların annelerinin kaybetme korkusunun uzantısı olan- bir üvey anne zulmünü anlatır. Keene ise yola çıkarken bu klişeyi neredeyse tamamen ret ediyor ve kendini bir ailenin (ve erkeğin) güvenli kollarında hissetmek isteyen, üvey oğlu ile elinden geldiğince iletişim kurmaya çalışan bir kadına dönüştürüyor onu. Çocuk yeni ölen annesinin yerini almaya çalışan kadını şiddetle ret ediyor; baba ise özellikle yalnız olduklarında kadının etkisi altında kalırken, çocuğun da olduğu ortamlarda ona sert davranıyor. Hikâye kadını kötü bir üvey anne olarak değil, kendi “uğursuz güçler”i ile baş etmeye çalışırken, diğer yandan da yeni ailesini kaybetmemeye çalışan biri olarak gösteriyor çoğunlukla. Keene kadını “cadı” (ya da en azından büyücülük yetenekleri olan biri olarak) çizerek aslında bir risk alıyor ve kadınların cadılığı klişesini destekliyor gibi görünüyor ama iki kız kardeşin içinde bulundukları trajediye (“Gördüğüm şeyleri görmemek elimde değil”) tarafsız bir gözle yaklaşarak “gerçekçi” bir tutum benimsiyor. Björk’ün canlandırdığı küçük kız kardeşin -ablasında bulunmayan- güçlerle boğuşması bu yaklaşımın net bir örneği.

Keene ses ve görüntü kullanımı açısından ilginç tercihlerde bulunmuş: Oyuncuların sözlerini görüntünün üzerine yerleştiriyor ve onları İzlanda’nın eşssiz siyah beyaz ıssızlığı üzerinde konuşturuyor sanki. Bu tercih bir masal dinlediğimiz havasını yaratıyor zaman zaman ve açıkçası filme de hayli yakışıyor. Buna karşılık diğer sahnelerde (oyuncuların görüntüleri ile seslerinin birlikte yer aldığı sahnelerde) Björk dışındaki oyuncuların diyaloglarını okur gibi seslendirmeleri ilginç ve tartışmalı bir tercih açıkçası çünkü duygulardan soyutluyor sözleri bu yaklaşım. İzlanda’da çekilen bir Alman masalında İzlandalı oyuncularla çalışmanın ama filmi İngilizce çekmenin de etkisi olabilir belki bunda ama sanki yönetmenin seçimi özellikle bu yönde olmuş gibi görünüyor. Randolph Sellars’ın etkileyici kamera çalışması -neyse ki- bu soyutlamayı unutturuyor ve filmin fantezi atmosferini destekleyen ve İzlanda’nın bu masal havasına çok yakışan eşsiz doğasını akıllıca kullanan içeriği ile seyirciyi hikâyenin içine çekiveriyor.

Hep hikâyelerin, masalların anlatıldığı bir film çekmiş yönetmenliğin ve senaristliğin yanında kurguyu da üstlenen Keene. Karakterlerin her biri bir hikâye anlatıyor diğerlerine ve filmin masalsı atmosferini sürekli, canlı tutuyor böylece film. Bu hava içinde, çocuğun kendisine meydan okunması sonucu oluşan eylemi gibi etkileyici anlara sahip olan filmde Keene’in dili oldukça yalın. Belki bütçenin alçak gönüllü bir düzeyde olmasının da sonucu olarak sahneleri oldukça “düz” ve sade tutmuş yönetmen ve biri doğaüstü yetenekleri ile ne yapacağını bilemeyen, diğeri ise bu yeteneklerini, onlar gibi olanlara ön yargılı davranıp cezalandıranların egemen olduğu dünyada sadece kendisi ve kardeşi için yaşayacak güvenli bir aile yaratmaya çalışan iki kadının yaşadıklarını izlemeye değer kılmış. Bu iki karakterin başına gelenler (kendilerinden korkanların onları cezalandırması ve baskı altına alması) üzerinden feminist bir okumaya da açık olan film doğallıkla mistizmin iç içe geçtiği önemli bir çalışma ve sinemada hikâye ile mekanın uyumunun da çarpıcı örneklerinden biri.