Clouds of Sils Maria – Olivier Assayas (2014)

Clouds-of-Sils-Maria“Yani genç olmayı istemediğim sürece yaşlı sayılmam, öyle mi?”

Yıllar önce yer aldığı bir tiyatro oyununda tekrar rol alması istenen bir sanatçının kaygıları ile yüzleşmesinin hikâyesi.

Fransız oyuncu Juliette Binoche’un kendisine anlattığı bir fikirden yola çıkarak Fransız yönetmen Olivier Assayas’ın yazıp yönettiği bir Fransa – Almanya – İsviçre ortak yapımı. 20 yıl önce yer aldığı ve genç bir kadının kendisine aşık olan ve yaşı ondan hayli büyük bir kadınla ilişkisini anlatan oyunda tekrar rol önerilen (ama bu kez genç kızı değil, ona tutku ile aşık olan yaşlı kadını oynamak üzere) kadın yıldızın rolüne hazırlanırken kendisini, hayatı ve sanatı içine alan sorgulama sürecini zarif ve alttan alta kendisini hep duyuran bir hüzünle anlatıyor film. Gerçek hayattan kimi esinlemeleri de olan çalışmada yıldızı oynayan Binoche ve asistanı rolündeki Kristen Stewart özellikle ikili sahnelerinde epey göz dolduruyorlar. İsviçre’nin dağlarından ve filme adını veren müthiş doğa olayından da görsel bir çekicilik üretmeyi başaran film diyaloglarının doğallığı ve gücü ile de önem taşıyan bir çalışma. Ancak Avrupa sinemasının yapabildiği bir şekilde, hayat ve sanat kavramları üzerine meraklıları için epey fikir kaynağı olabilecek içeriği ile dikkat çeken çalışma görülmesi gerekli bir sinema eseri.

Binoche’un fikrinden yola çıkan filmin temel iki başarısı var: Kolayca mızmız bir Fransız filmine dönüşebilecek bir fikri çok zarif anlatılmış ve oynanmış bir yapıta dönüştürebilmesi ve doğallığını her anında koruyabilmeyi başarması. Binoche, Assayas’a kafasındakileri anlatırken ne kadar doğrudan kendinden yola çıkmış bilmiyorum ama usta oyuncu filmde adeta iki farklı karakteri getiriyor karşımıza. Bu karakterlerin birincisi Binoche’un kendisi diye düşünüyorsunuz hikâye boyunca ve o da herhalde rolüne böyle hazırlanıyordur, böyle acı çekiyordur o yaratma sürecinde diyorsunuz. Sanatçının ikinci karakteri ise karşınızda bir oyuncunun olduğunu unutturacak kadar doğal bir performansla önünüze getirdiği “bir oyuncu”. Bu ikisi tam da olması gerektiği gibi iç içe geçiyor ve Binoche’un ustalığını bir kez daha sergilediği bir oyunculuk gösterisinin kaynağı oluyorlar. Ödüllerde Kristen Stewart öne çıkmış olsa da Binoche’un neden büyük bir yıldız olduğunu bir kez daha anlıyorsunuz burada. Sanatçı sade bir oyunla nasıl güçlü bir oyunculuk sunabildiğini göründüğü her karede tekrar tekrar kanıtlıyor. Stewart’ın da hakkını yememek gerek ama. Hollywood’un genç yıldızı kariyerindeki diğer filmlerindekinden oldukça farklı bir rolde Binoche’a müthiş bir yardımcı oyunculukla eşlik ediyor ve Hollywood’un yaldızlarının altında sağlam bir oyuncunun yattığını gösteriyor bize.

Gerçek hayattan esinlendiği açık olan bir film bu: Tıpkı filmdeki yıldız oyuncunun kendisini ilk üne kavuşturan oyuna geri dönmesi gibi, Binoche’da 1985’de oynadığı ve kendisini yıldız yapan “Rendez-vous” filminin senaryosunu yazan Assayas ile tekrar çalışmış burada. Binoche bu filmden hemen önce oynadığı “Godzilla” filminin bol efektli sahnelerine gönderme yaparak, bir sahnede “bir daha yeşil ekranlar önünde oynamayacağını” söylüyor bir başka örnek olarak. Bu gerçek hayattan esinlenme filmde adeta “film içinde oyun” olarak adlandırabileceğimiz bir tema ile de zenginleşiyor. Hikâyenin göbeğinde olan tiyatro oyunundaki karakterler zaman zaman ama zarif ve dolaylı bir biçimde yıldız oyuncu ve asistanını çağrıştırıyor bize. Buna bir de yıldızın artık yaşlanmakla karşı karşıya kalması ve yıllar önce genç bir kızken oynadığı rolü şimdi bir genç kıza bırakarak karşısındaki yaşlı kadını oynamaya soyunması üzerinden senaryonun yakaladığı çağrışımları ve göndermeleri ekleyince, Assayas’ın kaleminin hayli ustalıkla çalıştığını söylemek gerekiyor.

İsviçre Alpler’indeki Sils Maria bölgesinde rastlanan ve adına “Maloja Yılanı” denen bulut oluşumundan da ustalıkla yararlanmış Olivier Assayas. 1924 yılında çekilmiş siyah beyaz görüntülerle ve bu filmdeki renkli görüntülerle bu doğa olayı -en azından Türkçe için- hoş bir göndermenin de kaynağı aslında. Yıldız oyuncunun da adı Maria ve onun da başında bulutların, hem de hayli efkârlı olanlarının olduğu bir dönemde (boşanma, yaşlanma, değişen hayatı ve sanat dünyasını anlama çabası vs.) yaşadıklarını seyrediyoruz çünkü. Alpler’den karşımıza gelen görüntüler bir başka filmde rahatlıkla “kartpostal” yapaylığı ile eleştirilebilecekken, burada filmi zenginleştiren bir öğeye dönüşüyor. Baş karakterin zarifliğine, güzelliğine ve kalıcı olabilme çabasına destek veriyor bu görüntüler sürekli olarak. Yorick Le Saux’nun zarif ve büyüleyici bir sonuç çıkaran kamera çalışmasından sıkı bir destek alan filmin müzik çalışması da hikâyenin zarafetine hayli uygun. Orijinal bir müzik çalışması yaptırmamış Assayas ve bunun yerine Handel ve Pachelbel’in eserlerini kullanmış oldukça dozunda ve hikâyeye çok yakışan bir biçimde.

Son derece zengin ve güzel iç ve dış mekanları kullanmasına, bir yıldızı karşımıza getirmesine rağmen hikâye çarpıcı bir hüzün yaratmayı da başarıyor. Özellikle finalde Binoche’un değişen dünyaya ve ilerleyen yaşına kabullenmişlik içeren bir ifade ile bakan yüzünün altını çizdiği bir hüzün bu ve doğanın bulutlarla yaptığı o gösterinin ezeli ve ebedi varlığının karşısında en azından sanat yolu ile bir kalıcılık elde etmeye çalışan insanın hüznünü etkileyici bir biçimde dile getiren bu Assayas filmini görülmeli kategorisine yerleştiriyor.

(“Sils Maria” – “Ve Perde”)

Après Mai – Olivier Assayas (2012)

APRES-MAI“Eylem bittiğinde, niyet devam eder. Niyet bittiğinde, ruh devam eder”

1968 olaylarından üç yıl sonra, idealleri ile kişisel düşleri arasında kalan Parisli bir genç adamın hikâyesi.

Fransız yönetmen Olivier Assayas’ın 1968’in direniş günlerinin etkisinin henüz sürdüğü, politize olmuş bir gençliğin ideallerinin peşinde koşmaya tüm hızı ile devam ettiği günleri anlattığı ve senaryosunu da kendisinin yazdığı bir film. Baş oyuncusu dahil genç oyuncuların hemen tümünün ilk rollerinde yer aldığı film, devrime, aşka ve büyüme sancılarına eşit ölçüde yaklaşan, birini diğerinin önüne geçirmeden hikâyesini anlatan ve pek yeni şeyler söylüyor olmasa da konusuna ve karakterlerine tarafsız ve zarif yaklaşımı, hem belli bir mesafeden bakmayı başaran hem de hayli içeriden gözlemlere dayanıyor hissi veren yakınlığı ile ilgiyi hak eden bir çalışma. Tam anlamı ile dramatik bir geriliminin olmaması ve zaman zaman dönemle ilgili gözlemlerin derlenmiş hâli gibi bir havasının olması problemleri olsa da hem “devrimci”lerin hem de “aşık”ların ilgisini çekecek, iki gruba birden girenleri ve özellikle benzer dönemlerde gençliğini yaşamış herkesi etkileyecek bir çalışma bu.

Filmde yer verilen ve Fransız fizikçi, matematikçi ve filozof Blaise Pascal’a ait olan “Eylem bittiğinde, niyet devam eder. Niyet bittiğinde, ruh devam eder” sözlerindeki eylemin henüz bitmediği, niyet ve ruhun ise tüm canlılığı ile devam ettiği günleri anlatıyor hikâye. Liiseli gençlerin devrim hayalini tüm canlılığı ile ayakta tuttuğu, okulda forumlar düzenledikleri, okul kapılarında sol dergileri sattıkları, sokaklarda bildiri dağıttıkları ve duvarlara yazılama yaptıkları günler bunlar. Bir yandan daha iyi bir dünya ideali için mücadele edilirken, diğer yandan sol akımların kendi içlerinde yoğun bir şekilde de tartıştıkları bu dönemin bir benzerini hikâyenin bir ara uğradığı İtalya’da da görüyoruz. Venedik Film Festivali’nde ödül alan senaryonun, evet bir dramatik gerilimi yok ve bu durum konuya özel merakı olmayan seyircinin filme girmesini bir parça güç kılıyor açıkçası ama Assayas bir nevi gözlemler derlemesi olan senaryosunu hayli içeriden birinin gözlerinden yazmış gibi duruyor ve bu da filme kesin bir gerçekçilik ve sıcaklık duygusu sağlıyor. Hikâyenin geçtiği 1971 yılında Assayas on altı yaşında bir öğrenci olduğuna göre kimi karakterleri ve olayları kendi anılarından ilham alarak yazmış olabilir. Baş karakterin film çekmeyi düşünmesi, tıpkı Assayas gibi televizyon için senaryo yazan babasına yardım etmesi ve Londra’daki Pinewood stüdyosunda çalışması, yönetmenin bu karaktere kendisinden bir şeyler kattığını gösteriyor kuşkusuz.

Çin’deki kültürel devrimin sol içinde neden olduğu tartışmalar, çekilen kısa veya belgesel filmlerde kullanılacak dilde sanatsal kaygının mı yoksa ideallerle ilgi mesajların kaygısının mı ağır basacağı tartışmaları veya eylemciliğin şiddet içeren ve içermeyen fiziksel yollarından pasifizme kadar uzanan çeşitlerinin hangisinin doğru olduğu konusundaki kavgalar vs… Assayas’ın filmi tüm bunları anlattığının akıllı bir parçası yaparak karşımıza getirirken, sanatsal kaygıları ihmal etmiyor ve şu ya da bu yönde militan bir sinemanın peşine düşmüyor. Aksine, hikâye ile birlikte, tamamen doğal bir şekilde sergiliyor tüm bunları ve kahramanımızın büyüme sancılarını ve aşklarını da tüm bunlara yine doğal bir şekilde entegre ediyor. Gaz ve polis şiddetini gösteren basit ama etkileyici bir girişle açılan film, yukarıda sözünü ettiğim Pascal’a ait sözden, Mao ve Çin’deki Kültür Devrimi’ne, elbette 1968 olaylarına, burjuva ve emekçi sınıf kavramlarına aşinalığı/ilgisi olanları kendisine çok daha kolay çekecektir elbette ama bu cazibe bir yandan da filmi bu kişilerin olumlu/olumsuz eleştirisine çok daha fazla maruz bırakacaktır. Kendisini filmin sonlarına doğru, “Ben hayallerde yaşıyorum, gerçekler kapıyı çaldığında da açmıyorum” diye tarif eden baş karakterin eylemcilik ile kişisel hayatı ve örneğin ressam olmak gibi düşleri arasındaki seçimleri veya kararsızlığının kimilerini mutlu/mutsuz edeceği açık ama Assayas’ın senaryosunda o dönemin gençliğinin tüm heyecanını, hayallerini ve korkularını topladığı baş karakterin çekiciliğinden kaynaklanan bir durum bu. Dünyayı değişitirmek hayallerinin girdabındaki gençler bunlar ve bize de çok dokunan yanları var kuşkusuz. Bizim gibi benzer dönemi 1970’lerde fazlası ile yaşamış bir toplumun henüz o dönem için böyle filmler üretememiş olması ise gerçekten çok üzücü.

1970’lerin şarkılarını doğru bir dozda ve hikâyenin doğru yerinde kullanması ve onlardan bir melankoli yaratabilmesi ile dikkat çeken film, setleri ve kostümleri ile de gerçekçiliği tam anlamı ile yakalamış görünüyor. Politik ve felsefi tartışmaları ise öyle bekleneceği -veya kimileri için korkulacağı- kadar yoğun ve derin değil. Gençlerden işçilere ve sanatçılara, karakterleri tartışırken görüyor ve dinliyoruz ama senaryo -kesinlikle doğru bir şekilde- filmi bir politik tartışmanın parçası yapmayıp, bu tartışmanın içinde bulunanların hayatlarına ayna tutmakla yetiniyor. Genç oyuncularından iyi bir destek alan filmde başroldeki Clément Métayer karakterinin “genç”liğini, kırılganlık ve cesareti aynı anda barındıran kişiliğini, aktif bir eylemcilik ile pasif bir direniş arasındaki savrulmalarını etkileyici bir biçimde göstermeyi başarıyor. Eric Gautier’in dönemin parlak canlılığını çok iyi yakalayan görüntülerinin ve Luc Barnier’in sade ve klasik bir yaklaşımı olan kurgusunun da hayli başarılı olduğu filmde François-Renaud Labarthe’in dönemi yaşayanları yüreğinden yakalayacak, yaşamayanları ise döneme aşina kılacak tasarımları ise çok yüksek bir başarı örneği. Dergiler, bildiriler, plaklar ve diğer tüm malzemeler filme görsel bir hazine niteliği kazandırıyor. Benzer bir takdiri kostümleri tasarlayan Jürgen Doering’e de iletmek gerekiyor.

Dramatik bir gerilimden yeterince nasiplenmemiş olsa da, film yukarıda vurguladığım özellikleri ile görülmeyi hak ediyor; eğer “bu daha başlangıç, mücadeleye devam” diyorsanız, görmemek olmaz bu filmi. İnadına aşk, inadına devrim demek için de…

(“Something in the Air” – “Direniş Günlerinde Aşk”)

Clean – Olivier Assayas (2004)

“Ben affetmeye inanıyorum. İnsanlar değişir; gerekirse değişirler.”

Müzisyen sevgilisinin aşırı dozdan ölümünden sonra hayatını yeniden kurmaya ve küçük oğlunu kazanmaya çalışan bir kadının hikâyesi.

Fransız yönetmen Olivier Assayas’ın Fransa, Kanada ve İngiltere ortak yapımı olarak düşük bir bütçe ile çektiği bir film. Maggie Cheung’un Cannes’da ödül kazanan oyunculuğunun en çekici yanı olarak göründüğü film dozunda tuttuğu duygusallığı ile de dikkat çeken bir çalışma. Yönetmene ait olan senaryo gerçekçiliği ve tarafsızlığı ile öne çıkıyor ve hikâyenin alışılmışlığını aşmasına yardımcı oluyor. Bir yurdunu/yerini/konumunu bulma hikâyesi olarak özetlenebilecek olan filmin zaman zaman sarktığını ve “heyecan” açısından sıkıntı çektiğini de söylemek gerek.

Maggie Cheung’dan başlamak gerek. “Fa Yeung Nin Wa – Aşk Zamanı” adlı başyapıttaki kadın kişisel hafızamda/tarihimde o denli önemli bir yer tutuyor ki Cheung’u başka bir rolde benimsemek hep çok zor oldu benim için. O kadını, o hüzün ve melankoli abidesini, o yaşanamayan duyguların somut halini başka bir karaktere bürünmüş görmek baha hep ihanet gibi geldi. Bu “kişisel” problem bir yana bırakılırsa, Cheung üç ayrı dil konuştuğu bu filmde çok zor bir işin altından başarı ile kalkıyor. Ünlü müzisyen sevgilisinin uyuşturucu alışkanlığının ve düşüşe geçen kariyerinin sorumlusu olarak görüldüğü için hiç kimse tarafından sevilmeyen kadının, sevgilisinin ölümünden sonra içine düştüğü boşluğu ve çaresizliği ve buna rağmen ayakta kalmak için yaptığı mücadeleyi oldukça ekonomik, hatta nerede ise minimal diye tanımlanabilecek bir oyunculukla anlatıyor bize. Tüm görmezlikten gelmelere ve ret edilmelere rağmen yolunu bulmaya çalışan kadını hoş bir yalınlık ve gerçekçilik ile getiriyor karşımıza. Üstelik çekimler sırasında yönetmen Assayas ile boşandıklarını da hatırlatalım!

Tricky ve filmde kullanılan pek çok şarkının sahibi olan David Roback gibi isimlerin kendilerini canlandırdıkları film bu isimlerden kaynaklanan sıkı bir müzik bandına sahip ve Assayas’ın bu şarkıları kullanım şekli de takdiri hak ediyor. Şarkılar hikâyenin önüne çıkmıyor ve uyuşturucu alışkanlığının sonrasını anlatan bu “müzik dünyası ve uyuşturucu” temalı filmin havasına sağlam bir katkıda bulunuyor. Kadın sevgilisinin ölümünden sonra önce cezaevine sonra da hayatını yeniden kurabilmek için bir yerden diğerine sürüklenirken ve hor görülmeye varan davranışlara rağmen ayakta kalmaya çalışırken kamera bu müzikler eşliğinde takip ediyor onu. Filmin zaman zaman uzamış görünmesine de neden olan ve hikâyenin derdini anlatabilmek için bunca farklı karaktere gerçekten ihtiyacı var mı sorusunu sorduran bu sahneler bu problemlerine rağmen filmin sağlam yönlerinden biri. Assayas’ın duyguları ayaklandırmaya değil -oysa bu sahnelerin böyle bir potansiyeli var-, sadece olan biteni tarafsız bir gözle göstermeye odaklanması bu bölümleri gerçekten başarılı ve çekici kılıyor. Senaryonun küçük çocuğun bakımını üstlenen büyükbaba ve büyükannenin kadınla olan ilişkilerini de yine sade bir zariflik ile anlatmasını da Assayas’ın başarı hanesine ekleyelim. Özellikle büyükbabanın oğlunun ölümü nedeni ile bir yandan suçladığı, bir yandan da özellikle çocuğun kendilerinden sonraki hayatını düşünerek affetmeye hazır olduğu kadına olan yaklaşımını abartısız bir duygusallık ve gerçekçilik ile ele almış hikâyemiz. Bu gerçekçiliğe “uyuşturucu sonrası hayat”la ilgili kolaya kaçmayan, gerçeklerin zorluğunu göstermekten kaçınmayan yaklaşımı da ekleyelim.

Assayas’ın senaryosunun pek önemsiz olmayan bir kusuru da var. Yukarıda belirttiğim “onca karaktere ihtiyaç var mıydı” sorusunun yanında, senaryonun gereksiz yan hikâyeleri de içine alması seyircinin asıl hikâyeye odaklanmasına engel oluyor zaman zaman. Hikâyenin “heyecan” unsuru açısından bir parça eksik olduğunu da düşünürsek, bu problem daha da önem kazanıyor. Büyükbaba rolündeki Nick Nolte ve küçük çocuğu canlandıran James Dennis’in “olgun” ve sade performanslarının da seyir keyfi kattığı film kusurlarına rağmen ilgiyi hak eden bir çalışma özet olarak.

(“Sil Baştan”)