“Burada ne aradığımı bilmiyorum. Yalnız, mahvolduğumu ve manen öldüğümü biliyorum. Seni seviyorum Zülal. Seni yıllardır beri, kendimi bildim bileli seviyorum. Sevgimin ızdırabına o kadar çok alıştım ki çektiklerimi hiçbir zaman çok görmedim. Çünkü bu acı benimle beraber doğmuştu, benimle beraber ölecekti. Ona o kadar çok alıştım ki… İşte bunun için şu anda odandayım. Seni seviyorum Zülal, hem de hiç kimsenin sevemeyeceği kadar”
Geç itiraf edilen ve geç karşılık gören bir aşkın acı çektirdiği iki kuzenin hikâyesi.
Kerime Nadir’in aynı adlı romanından Ahmet Üstel’in senaryosu ve Orhan Aksoy’un yönetmenliğinde uyarlanan bir film. Nadir’in ve onun eserlerinden pek çok film çeken Yeşilçam’ın hemen tüm klasik temalarını barındıran, zamanında epey ilgi görmüş, üzerine yazılan sözlerle daha sonra bir şarkıya dönüştürülen müziği ile ve öncelikle bir “klasik” olması nedeni ile izlenmeyi hak ediyor bu film. İlk yarısındaki düzeyini ikinci yarısında süratle düşüren yapım, iki baş oyuncusunun oyunları ile de Yeşilçam filmlerinden hoşlananların kaçırmayacağı/kaçırmaması gereken bir çalışma.
Kerime Nadir’in kitabı daha önce Nevzat Pesen’in senaryosu ve yönetmenliği ile 1959’da beyazperdeye taşınmış ve başrollerinde Belgin Doruk ve Göksel Arsoy’un oynadığı bu yapım da yine hayli ilgi görmüştü. Sadece dokuz yıl sonra Yeşilçam’ın tekrar kitaba el atmasının temel nedeni sinemamıza o tarihlerde süratle giren “renkli film” gerçeğiydi. Türk sineması daha önce siyah-beyaz olarak çekilen pek çok filmi renkli olarak yeniden kotarmaya başlamıştı hemen ve önceliği de bu örnekte olduğu gibi ilk versiyonları zaten ilgi görmüş yapımlara vermişti. Sonuçta ortada gişe geliri garantili bir örnek vardı ve seyircinin bu örneği şimdi “renkli” olarak tekrar seyretmek isteyeceğinden emindi sinemamız. İşte bu film de Hülya Koçyiğit ve Ediz Hun gibi dönemin iki büyük yıldızını kadrosuna alarak bu klasik Yeşilçam hikâyesini tekrar karşımıza getirmişti o dönemde. Kerime Nadir’in romanından Orhan Aksoy’un yönetmenliğinde çekilen ve başrollerinde Koçyiğit, Hun ve Önder Somer’in yer aldığı bir film dediğimizde akla gelebilecek ne varsa, bunların tümünü karşılayan bir film bu ve aslında tam da bu nedenle önemli belki de. Romantizm, trajedi, karşılıksız aşklar, kötü adam, hastalıklar, aldatmalar vs. hepsi yerlerini almışlar hikâyede ve Orhan Aksoy’un klasik sinema dili ile de izlenmeyi hak edecek bir şekilde tutmuşlar yerlerini. Ne var ki, ilginç bir şekilde, sinemasal düzey açısından iki farklı film seyrediyoruz sanki ilk ve ikinci yarıları karşılaştırdığımızda.
İlk yarısı ile hem bir Yeşilçam filmi olmayı hem de bir şekilde farklı olmayı başaran bir yapım bu ama ikinci yarısında sadece Yeşilçam filmi olmakla yetinerek ciddi bir irtifa kaybediyor. Kuzenlerden birinin diğerine karşı yıllardan beri duyduğu ve itiraf edemediği aşk, diğerinin ona bir yandan sadece kardeş gibi yaklaşırken diğer yandan zaman zaman duyarsız olabilmesi (annesi ölüp, babası başkası ile evlenince teyzesinin yanında kendisi ile birlikte büyüyen kuzenine hep bir parça farklı bir sınıftan biri gibi yaklaşması), mahçup ve masum aşık rolündeki Ediz Hun’un arada başını yerden hiç kaldırmaması nedeni ile dozunu bir parça fazla tutmuş olsa da kendisine çok yakışan bir karşılıksız aşk kurbanını canlandırdığı rolündeki başarısı, Hülya Koçyiğit’in tüm o parlak gençliği ile karakterine çok yakışan bir oyun sunması ve Orhan Aksoy’un, sinemamızın bu romantizm ustasının kırık bir aşka uygun bir mizansen tonunu tutturmayı başarması ile hayli çekici bir ilk yarısı var filmin. Aşık olacağı erkekte “sosyal durum, servet ve şahsiyet” arayan kuzenine olan aşkını itiraf edemeyen, şair ruhlu ve başka Yeşilçam örneklerinde vereme de tutulmuş, ince bir ruhu olan genç adamın ana kaynaklarından biri olduğu çekiciliğin yerini ikinci yarısında peş peşe olaylar, tesadüfler (hele o “benim kızkardeşimle hem de!” tesadüfü zorlamanın bu kadarı da olmaz dedirtiyor), ölüm, cinayet vs. ile dolu bir klişeler geçidi alıyor ve film ciddi anlamda düşürüyor düzeyini. Oysa Yeşilçam’dan pek de sapmadan farklı olabilmeyi başaran ilk bölümünün havası korunabilse nerede ise parlak diye niteleyebileceğimiz bir sonuç elde etmek işten bile değilmiş.
Müzikleri hazırlayan (elbette arada yabancı müziklerden epey alıntı da var) Metin Bükey’in filmde sık sık yer alan bir melodisinin seyirciden hayli ilgi görmesi üzerine, Teoman Alpay’a yazdırılan sözleri Berkant’ın yorumlaması ortaya bugün klasik olan bir şarkı çıkarmıştı: “Samanyolu”. Daha sonra David Alexandre Winter, Patricia Carli ve Dalida gibi ünlü isimlerin “Oh, Lady Mary” adı ile İngilizce ve İtalyanca olarak seslendirdiği ve Türkçe popun yüz akı olan bestenin aslında Teoman Alpay’a ait olduğu yolunda hayli ciddi iddialar olsa da, Metin Bükey’e ait olarak bilinen şarkının -enstrümantal hali ile- çok şey kattığı ama tüm o müzik karmaşası içinde bir parça yanlış da kullanıldığı filmin açılış jeneriğinde ilginç bir durum var. Koçyiğit’in adı oyuncularla birlikte değil, sonlarda (yapımcının adının hemen öncesinde) ve “Beynelmilel Şöhret” notu ile birlikte çıkıyor. Pek alışıldık olmayan bu tercihin nedeni Koçyiğit’in o dönemdeki müthiş popülaritesinden yararlanmak ve beş yıl önce başrolünde oynadığı “Susuz Yaz”ın Berlin Festivali’ndeki başarısını gündeme getirmek olsa gerek.
Önder Somer’in sinemamızda onlarca örneğini verdiğini ve üzerine yapışan, “kadınları ayartan erkek” rolünün içine sıkışıp kaldığı filmdeki gerçekçiliği zorlayan gelişmelerin ne kadarı romandan kaynaklanıyor bilmiyorum ama filme inandırıclık açısından ciddi zararları olmuş. Örneğin Önder Somer ile Hülya Koçyiğit’in karşılaşmalarını sağlamak adına, Somer’in Ediz Hun’dan ona ulaşabilmek için telefonunu değil adresini istemesi ve daha da önemlisi anne (ve aynı zamanda teyze) olan karakterin yaşadığı evde onca kavga, gürültü, trajedi, cinayet vs. olurken ortalıkta hiç görünmemesi (ve adeta senaryoda unutulmuş olması) izah edilebilir şeyler değil ama zaten filmin öyle bir derdi de olmamış olsa gerek. Yönetmen Orhan Aksoy, afişinde rengârenk karakterle yazıldığı gibi “tamamen renkli” çektiği filmde bu özelliği vurgulamak için dramatik anlarda farklı renklerde filtreler kullanma yoluna gitmiş ve bugün için biraz zorlama ve basit dursa da bir etki elde etmeyi başarmış. Aksoy’un asıl başarısı kimi sahnelerdeki mizanseni: İlk öpücük ve ardından gelen itiraz ve tokatlama sahnesi örneğin hayli başarılı. Benzer bir başarıya, Ediz Hun’uın kırık bir aşkın sahibi olarak dolaştığı sahneleri ve Koçyiğit’in ne kadar sevildiğini bilmeden (ya da bilmemezliğe gelerek) Ediz Hun’la “tehlikeli yakınlaşmalar”a girdiği anları da eklemek mümkün.
Özetle, çok daha başarılı olmanın kıyısından dönmüş ve Yeşilçam hastalıklarından muzdarip olsa da ilgiyi hak eden bir film var karşımızda. Kırık bir aşkın özellikle de karşılıksız olduğu anlardaki etkileyici trajedisini hissetmek için birebir bu film ve seyrinde de yarar var.