Samanyolu – Orhan Aksoy (1968)

2015122093551745“Burada ne aradığımı bilmiyorum. Yalnız, mahvolduğumu ve manen öldüğümü biliyorum. Seni seviyorum Zülal. Seni yıllardır beri, kendimi bildim bileli seviyorum. Sevgimin ızdırabına o kadar çok alıştım ki çektiklerimi hiçbir zaman çok görmedim. Çünkü bu acı benimle beraber doğmuştu, benimle beraber ölecekti. Ona o kadar çok alıştım ki… İşte bunun için şu anda odandayım. Seni seviyorum Zülal, hem de hiç kimsenin sevemeyeceği kadar”

Geç itiraf edilen ve geç karşılık gören bir aşkın acı çektirdiği iki kuzenin hikâyesi.

Kerime Nadir’in aynı adlı romanından Ahmet Üstel’in senaryosu ve Orhan Aksoy’un yönetmenliğinde uyarlanan bir film. Nadir’in ve onun eserlerinden pek çok film çeken Yeşilçam’ın hemen tüm klasik temalarını barındıran, zamanında epey ilgi görmüş, üzerine yazılan sözlerle daha sonra bir şarkıya dönüştürülen müziği ile ve öncelikle bir “klasik” olması nedeni ile izlenmeyi hak ediyor bu film. İlk yarısındaki düzeyini ikinci yarısında süratle düşüren yapım, iki baş oyuncusunun oyunları ile de Yeşilçam filmlerinden hoşlananların kaçırmayacağı/kaçırmaması gereken bir çalışma.

Kerime Nadir’in kitabı daha önce Nevzat Pesen’in senaryosu ve yönetmenliği ile 1959’da beyazperdeye taşınmış ve başrollerinde Belgin Doruk ve Göksel Arsoy’un oynadığı bu yapım da yine hayli ilgi görmüştü. Sadece dokuz yıl sonra Yeşilçam’ın tekrar kitaba el atmasının temel nedeni sinemamıza o tarihlerde süratle giren “renkli film” gerçeğiydi. Türk sineması daha önce siyah-beyaz olarak çekilen pek çok filmi renkli olarak yeniden kotarmaya başlamıştı hemen ve önceliği de bu örnekte olduğu gibi ilk versiyonları zaten ilgi görmüş yapımlara vermişti. Sonuçta ortada gişe geliri garantili bir örnek vardı ve seyircinin bu örneği şimdi “renkli” olarak tekrar seyretmek isteyeceğinden emindi sinemamız. İşte bu film de Hülya Koçyiğit ve Ediz Hun gibi dönemin iki büyük yıldızını kadrosuna alarak bu klasik Yeşilçam hikâyesini tekrar karşımıza getirmişti o dönemde. Kerime Nadir’in romanından Orhan Aksoy’un yönetmenliğinde çekilen ve başrollerinde Koçyiğit, Hun ve Önder Somer’in yer aldığı bir film dediğimizde akla gelebilecek ne varsa, bunların tümünü karşılayan bir film bu ve aslında tam da bu nedenle önemli belki de. Romantizm, trajedi, karşılıksız aşklar, kötü adam, hastalıklar, aldatmalar vs. hepsi yerlerini almışlar hikâyede ve Orhan Aksoy’un klasik sinema dili ile de izlenmeyi hak edecek bir şekilde tutmuşlar yerlerini. Ne var ki, ilginç bir şekilde, sinemasal düzey açısından iki farklı film seyrediyoruz sanki ilk ve ikinci yarıları karşılaştırdığımızda.

İlk yarısı ile hem bir Yeşilçam filmi olmayı hem de bir şekilde farklı olmayı başaran bir yapım bu ama ikinci yarısında sadece Yeşilçam filmi olmakla yetinerek ciddi bir irtifa kaybediyor. Kuzenlerden birinin diğerine karşı yıllardan beri duyduğu ve itiraf edemediği aşk, diğerinin ona bir yandan sadece kardeş gibi yaklaşırken diğer yandan zaman zaman duyarsız olabilmesi (annesi ölüp, babası başkası ile evlenince teyzesinin yanında kendisi ile birlikte büyüyen kuzenine hep bir parça farklı bir sınıftan biri gibi yaklaşması), mahçup ve masum aşık rolündeki Ediz Hun’un arada başını yerden hiç kaldırmaması nedeni ile dozunu bir parça fazla tutmuş olsa da kendisine çok yakışan bir karşılıksız aşk kurbanını canlandırdığı rolündeki başarısı, Hülya Koçyiğit’in tüm o parlak gençliği ile karakterine çok yakışan bir oyun sunması ve Orhan Aksoy’un, sinemamızın bu romantizm ustasının kırık bir aşka uygun bir mizansen tonunu tutturmayı başarması ile hayli çekici bir ilk yarısı var filmin. Aşık olacağı erkekte “sosyal durum, servet ve şahsiyet” arayan kuzenine olan aşkını itiraf edemeyen, şair ruhlu ve başka Yeşilçam örneklerinde vereme de tutulmuş, ince bir ruhu olan genç adamın ana kaynaklarından biri olduğu çekiciliğin yerini ikinci yarısında peş peşe olaylar, tesadüfler (hele o “benim kızkardeşimle hem de!” tesadüfü zorlamanın bu kadarı da olmaz dedirtiyor), ölüm, cinayet vs. ile dolu bir klişeler geçidi alıyor ve film ciddi anlamda düşürüyor düzeyini. Oysa Yeşilçam’dan pek de sapmadan farklı olabilmeyi başaran ilk bölümünün havası korunabilse nerede ise parlak diye niteleyebileceğimiz bir sonuç elde etmek işten bile değilmiş.

Müzikleri hazırlayan (elbette arada yabancı müziklerden epey alıntı da var) Metin Bükey’in filmde sık sık yer alan bir melodisinin seyirciden hayli ilgi görmesi üzerine, Teoman Alpay’a yazdırılan sözleri Berkant’ın yorumlaması ortaya bugün klasik olan bir şarkı çıkarmıştı: “Samanyolu”. Daha sonra David Alexandre Winter, Patricia Carli ve Dalida gibi ünlü isimlerin “Oh, Lady Mary” adı ile İngilizce ve İtalyanca olarak seslendirdiği ve Türkçe popun yüz akı olan bestenin aslında Teoman Alpay’a ait olduğu yolunda hayli ciddi iddialar olsa da, Metin Bükey’e ait olarak bilinen şarkının -enstrümantal hali ile- çok şey kattığı ama tüm o müzik karmaşası içinde bir parça yanlış da kullanıldığı filmin açılış jeneriğinde ilginç bir durum var. Koçyiğit’in adı oyuncularla birlikte değil, sonlarda (yapımcının adının hemen öncesinde) ve “Beynelmilel Şöhret” notu ile birlikte çıkıyor. Pek alışıldık olmayan bu tercihin nedeni Koçyiğit’in o dönemdeki müthiş popülaritesinden yararlanmak ve beş yıl önce başrolünde oynadığı “Susuz Yaz”ın Berlin Festivali’ndeki başarısını gündeme getirmek olsa gerek.

Önder Somer’in sinemamızda onlarca örneğini verdiğini ve üzerine yapışan, “kadınları ayartan erkek” rolünün içine sıkışıp kaldığı filmdeki gerçekçiliği zorlayan gelişmelerin ne kadarı romandan kaynaklanıyor bilmiyorum ama filme inandırıclık açısından ciddi zararları olmuş. Örneğin Önder Somer ile Hülya Koçyiğit’in karşılaşmalarını sağlamak adına, Somer’in Ediz Hun’dan ona ulaşabilmek için telefonunu değil adresini istemesi ve daha da önemlisi anne (ve aynı zamanda teyze) olan karakterin yaşadığı evde onca kavga, gürültü, trajedi, cinayet vs. olurken ortalıkta hiç görünmemesi (ve adeta senaryoda unutulmuş olması) izah edilebilir şeyler değil ama zaten filmin öyle bir derdi de olmamış olsa gerek. Yönetmen Orhan Aksoy, afişinde rengârenk karakterle yazıldığı gibi “tamamen renkli” çektiği filmde bu özelliği vurgulamak için dramatik anlarda farklı renklerde filtreler kullanma yoluna gitmiş ve bugün için biraz zorlama ve basit dursa da bir etki elde etmeyi başarmış. Aksoy’un asıl başarısı kimi sahnelerdeki mizanseni: İlk öpücük ve ardından gelen itiraz ve tokatlama sahnesi örneğin hayli başarılı. Benzer bir başarıya, Ediz Hun’uın kırık bir aşkın sahibi olarak dolaştığı sahneleri ve Koçyiğit’in ne kadar sevildiğini bilmeden (ya da bilmemezliğe gelerek) Ediz Hun’la “tehlikeli yakınlaşmalar”a girdiği anları da eklemek mümkün.

Özetle, çok daha başarılı olmanın kıyısından dönmüş ve Yeşilçam hastalıklarından muzdarip olsa da ilgiyi hak eden bir film var karşımızda. Kırık bir aşkın özellikle de karşılıksız olduğu anlardaki etkileyici trajedisini hissetmek için birebir bu film ve seyrinde de yarar var.

Kınalı Yapıncak – Orhan Aksoy (1968)

kinali-yapincak“Açılan dilim insanlardan bir lokma ekmek dilenecek, kulaklarım hakaret duyacak olduktan sonra, yaşasam neye yarar? Ben ölmek istiyorum! Ölmek istiyorum!”

Ailesinin bir yangında hayatını kaybetmesi üzerine, şehirdeki teyzesinin yanına sığınmak zorunda kalan bir köylü kızının hikâyesi.

1970 Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde ikincilik ödülü alan film Bülent Oran’ın senaryosundan Orhan Aksoy’un çektiği ve başrollerinde Hülya Koçyiğit ve Engin Çağlar’ın yer aldığı tam bir Yeşilçam örneği. Melodramdan romantizme ve hatta romantik komediye arsız bir şekilde dolaşıp duran film Yeşilçam’ın ne kadar klişesi varsa hepsini bünyesine toplamayı başarmış, bir başka deyiş ile, tam bir Yeşilçam senaristi olan Bülent Oran’ın heybesinde ne kadar malzeme varsa tümünü boca etmiş göründüğü bir çalışma. Katıksız Yeşilçam hayranları için, yine bir kötü karakteri muhteşem oynayan Aliye Rona için ve gençliğinin ve duru güzelliğinin zirvesindeki Hülya Koçyiğit (adını bir üzüm türünden alan karakterine, özellikle de kısa kesilmiş saçları ile oynadığı anlardaki güzelliği ile hayli yakışıyor) için görülebilir bir çalışma bu. Oran’ın senaryosunun içerdiği “tehlikeli” mesajlara karşı ise dikkatli olmak gerekiyor.

Bir dönem sağ eğilimli sinema yazarları 60’lı ve 70’li yılların Yeşilçam’ını “servet düşmanı”, “zengin düşmanı” olarak görür ve bu nedenle sert bir biçimde eleştirirlerdi. İlk bakışta doğru görünen bir yaklaşım bu: Gerçekten de eğer senaryoda bir kötü karakter varsa, bu hemen her zaman zengin birisi olur, zenginler yoksulları ezer, aşağılar vs., sahip oldukları ile yetinmeyen ve hep daha fazlasını isteyen bu karakterler bu uğurda çalmaya, sömürmeye devam ederlerdi. Yeşilçam’ın bu en popüler yıllarında, sinemanın geniş kitlelerin (ve özellikle orta ve alt gelirli grupların) tek eğlencesi olduğu ve yapımcıların bu “zengin olmayan” kesimlere hoş gelecek hikâyeler anlatmasının ticarî açıdan doğal olduğu düşünüldüğünde daha da doğru gelen bir iddia bu. Gerçekten böyle olup olmadığını veya daha insaflı bir şekilde söylersek, bunun her zaman doğru olmadığını değerlendirmek için “Kınalı Yapıncak” iyi bir araç olarak çıkıyor karşımıza. Köy muhtarının kimliğinde karşımıza çıkan ve daha sonra bahçıvanın kimliği ile de pekiştirilen bir şekilde yoksulların her türlü erdemle donanmış göründüğü hikâyede, onlar gibi alt sınftan olan ama üst sınıfa (zenginlere) biat ettikleri için acınası ve komik bir duruma düşen (düşürülen) karakterler de var ki her türlü saldırının da kaynağı oluyorlar filmde. Köşkün hizmetçisi olan kadın, bu bağlamda herhalde Yeşilçam tarihindeki “üst sınıfa biat etmiş, onun kapısında ettiği kullukla kendi sınıfını aşağılık gören” karakterlerin en belirgin örneklerinden biri olarak görülebilir. Haksızlık etmekten maddi ve manevi tacizlere, kandırmaktan sömürmeye her türlü kötülüğü yapıyor zenginler. Hepsi boş insanlar, kumar ve içki gibi kötü alışkanlıkları olan, insanlıktan nasibini almamış tipler kısaca.

Evet, zenginlere bu anlamda epey bir düşmanlığı var filmin ama gerçekten zenginlere mi yoksa “kötü zenginler”e mi bu düşmanlık? Hikâyenin ikinci yarısının gösterdiği gibi bu düşmanlığın paraya ve onun getirdiklerine olmadığı açık. Aksine para sayesinde çözülüyor tüm sorunlar; hikâye ön planda aksini iddia ediyor gibi olsa da seyirciye alttan alta giden mesaj paranın gücünü ve bu gücün doğru eller elinde hiç de kötü bir şey olmadığını vurguluyor sürekli olarak. Öyle ki genç adamın aşık olduğu zengin ve güçlü kadını terk ederek vicdanî sorumluluğu gereği seçmek zorunda kaldığı yoksul kadına gidişi acımaszca bir romantik komedinin parçası yapılıyor hiç çekinmeden. Neyse ki gerçek sonradan ortaya çıkıyor ve çiftimiz mutlu hayatlarına elbette zengin olarak devam ediyorlar. Bu örneğin de gösterdiği gibi zengini de servetini de kötü göstermiyor, aksine servet iyi bir şey ve sizin elinizde değerini bulacaktır diyor seyirciye film. Bu, seyirciye serveti ele geçirme çağrısı değil elbette; sadece kader ve elbette çalışma ile siz de kavuşabilirsiniz servete diyor Yeşilçam; en azından bu film bu iddiada. Bir sahnede adamın kadına söylediği gibi, galiba “kusur sizin servetinizde değil, bizim fakirliğimizde”!

Geçirdiği şoktan sağır ve dilsiz olan bir kadının geçirdiği bir başka şok sonucu tekrar konuşur ve duyar hale gelmesi Yeşilçam’ın filmde epey örneği olan klişelerinden sadece bir tanesi. Fena çekilmemiş bir yangın sahnesi ile açılan film, “mezarlık gördün, ney çal”dan sadece kağıt oyunu oynayan ve başka hiçbir şey yapmayan zenginlere, kötü karakterlerin göründüğü sahnelerde Batı tarzı müzikler, iyi karakterlerin olduğu sahnelerde yerli motifler taşıyan müzikler kullanmaya vs. klişeden klişeye atlayıp duruyor. Tüm bu klişelerin ortasında parlayan isim ise Aliye Rona: Yeşilçam’ın kendisine defalarca tekrarlattığı bir rolü, üstelik bu derece kaba hatlarla çizilmiş bir karakteri sadece o bu denli inandırıcı kılabilirmiş ve burada da döktürüyor ve her zamanki gibi ruhunu ve bedenini tüm boyutları ile karakterine vermiş görünüyor. Hülya Koçyiğit rolünde aksamıyor ve güzelliğini de emrine verdiği rahat oyunu ile işini yapıyor ama Engin Çağlar hayli donuk bir performans gösteriyor. Yan karakterlerden parlayan isim ise bahçıvan rolündeki Avni Dilligil. Sinemamızın romantizmin temsilcilerinden olan yönetmeni Orhan Aksoy araya sıkıştırdığı gün batımı görüntüleri gibi yapaylıklar bir yana türü melodramdan komediye, romantik komediden drama gidip gelen filmi ayakta tutmayı başarmış bir şekilde ve köpük baloncuklu dans sahnesi başta olmak üzere romantik anlarda kendisini daha rahat hissettiğini gösteriyor bize.

İnandırıcılık açısından da ciddi sıkıntıları olan (bahçıvanın uydurduğu işaret dili, tamamen çıplak bir kadının yanına bir erkeğin gelmesi üzerine iki eli ile birlikte göğüslerini kapatırken bizi peki vücudunun “daha hassas” bölgeleri için neden bir tedbir almıyor diye düşündürtmesi, hamile kalma zamanı ile bebeğin doğumu arasında galiba nerede ise sadece 4 ay olması vs.) film bunu elbette dert edenler için değil. Bizim de seyirci olarak dert etmemiz gereken daha büyük problemleri var filmin: Ortada -sarhoşluk gibi bir “mazeret” olsa da- bir tecavüz var ve bu cinsel şiddeti uygulayan erkeğe aşık olan kadının ondan tokat yiyince -her ne kadar adamı test etmek için giriştiği oyunun sonucu “hak edilmiş” bir tokat olsa da bu- aşkını ve gerçekleri itiraf etmesi adeta şiddetin aşkın vazgeçilmezi olduğunu söylüyor bize. Bunun bilinçli verilmiş bir mesaj olduğunu söylemiyorum elbette ama hikâye bu mesajı üretiyor sonuç olarak. Buna bir de şunu ekleyelim: Kadın adama nerede ise hiç tanımadan sadece yakışıklılığı nedeni ile aşık oluyor, adam da kendisine sürekli aşağılayarak yaklaşan bir kadına -herhalde- sadece güzelliği ve gücü nedeni ile aşık oluyor. Bülent Oran’ın senaryosu hayli vahim mesajlar iletip duruyor özet olarak.

Kahramanını açılışta Kerime Nadir’in “Saadet Tacı” kitabını okurken gösteren film, bir genç kızın yaşadığı onca talihsizlikten sonra, kendisini ezen zenginleri onların silahı ile vurmasını ve sonuç olarak onların sınıfına atlamasını anlatan bir Yeşilçam klasiği. Yukarıda eleştirilenlerin hemen hiçbirinin bu filme özgü olmadığını, filmin bunları hatırlamak için sadece bir vesile olduğunu belirtelim ve haksızlık etmeyelim filme. Bu, evet bir klasik ve tüm kusurlarına rağmen ve hatta o kusurlarının bir kısmı nedeni ile görülmeyi hak ediyor.

Baraj – Orhan Aksoy (1977)

Baraj“O mektuplara, bu sevgiye lâyık değilim ben. Hiçbir şey değmez benim için. Ben bir genelev kadınıyım. Sermaye Ayselim ben”

Mektup aracılığı birbirleri ile tanışan bir adam ve bir kadının, ve onların yalanlarının parçası olan bir başka adamın hikâyesi.

Safa Önal’ın senaryosundan Orhan Aksoy’un çektiği ve başrollerinde Türkân Şoray, Tarık Akan ve İranlı oyuncu Nasır Melek’in yer aldığı bir film. Sık sık dağılsa da ve pek çok Yeşilçam klişesinin kurbanı olsa da Safa Önal’ın senaryosu, o tarihlerde çoktan jön olmuş Tarık Akan’ın “kötü” bir karakterde oynaması ve bir yıl sonra çekilecek başyapıt “Selvi Boylum Al Yazmalım”ı hatırlatan içeriği ile kayda değer bir Yeşilçam örneği bu.

Bütün umudu iyi bir erkeğin kendisini içinde bulunduğu hayattan kurtarması olan, iyi yürekli bir genelev kadını (T. Şoray), onun gazetedeki “gönül postası” aracılığı ile tanıştığı sert görünümlü ve yalnız bir adam olan bir ustabaşı (N. Melek) ve borçlarını ödemeyince bir baraj inşaatında çalışmak üzere bu ustabaşının yanına gelen İstanbullu bir çapkın genç (T. Akan)… İlki kendini bir ev kızı olarak tanıtırken, ikincisi gerçek görünümünün tam aksine uzun boylu ve yakışıklı bir genç olarak anlatır kendini mektuplarda; üçüncüsü ise kendisini teknisyen olarak tanıtır hiçbir bilgisi olmadığı halde ve ikincinin isteği üzerine onun yerine geçer mektupla başlayan aşk ilişkisinde. Safa Önal’ın senaryosu bu üç ana karakteri ilginç bir şekilde yalanlarla örülü olarak getiriyor karşımıza ve Akan’ı tahmin edilebilir nedenlerle hafif törpülenmiş olsa da bayağı bir kötü karakter olarak çiziyor. O dönem Türk sineması için “cesur” tercihler bunlar kuşkusuz ve filme farklı bir hava kazandıran da onlar. Kuşkusuz bu ilginç çıkış noktası sık sık ve maalesef Yeşilçam’ın kolaycı zihniyeti içinde nerede ise yok oluyor ama yine de filme bir keyif kattığı açık. Filmimiz sadece bu özellikleri ile değil, örneğin Şoray kadar Akan’ın seksapelini vurgulaması ile de bir farklılık yaratmayı başarıyor ve hatta nerede ise bu açıdan Akan’I Şoray’ın önüne geçiriyor zaman zaman.

Dönemin popüler şarkılarından (Orhan Gencebay ve Ajda Pekkan’ın şarkıları sık sık kulağımıza çalınıyor örneğin) yararlanan film bu üç karakter dışındaki hemen tüm diğer karakterleri ana karakterlerin aksine “iyi” olarak çiziyor. Şoray’ın genelevdeki tümü kadın olan çalışma arkadaşlarından (“Mama”nın hikâyenin kritik bir anındaki sürpriz davranışı ilginç gerçekten), ustabaşının tümü erkek olan çalışma arkadaşlarına hep iyi yürekli olarak resmedilmiş bu karakterler. Üç ana karakterle kıyaslandığında Safa Önal’ın onları daha açık ve dürüst karakterler olarak çizmesi de senaryonun önemli yanlarından biri olarak dikkat çekiyor. Bu arada senaryo elbette tüm Önal senaryoları gibi bir edebî tat da içeriyor: Örneğin Şoray’ın Akan’a “Çok mu seviyorsun beni” dediği sahne hayli iyi yazılmış. Evet, bu açıdan başarılı bir senaryo bu ama çok büyük problemleri de var: Hikâyenin son üçte birlik bölümü bir türlü toparlanamamış görünüyor örneğin ve inandırıcılığı da aksatıyor bu durum. Senaryonun daha önemli bir kusuru ise Şoray’a bir oyuncu olarak hayli sıkıntılı bir çerçeve çizmesi: “Sakız çiğnemek” eyleminin sembolik bir davranış olarak seçilmesi dikkate değer bir tercih ama bu tercihin ilgili eylemi gerçekleştiren karakteri nerede ise sembolün altında ezen bir şekilde kullanması Şoray’ın karakterini diğer tüm karakterler ile kıyaslandığında hayli yapay kılıyor. Şoray da karakterinin gelgitlerini toparlayamamış gibi görünüyor ve adeta iki farklı oyuncunun canlandırdığı iki farklı karakteri getiriyor karşımıza. Safa Önal’ın senaryosunun bir başka önemli kusuru da hikâyeye kattığı gereksiz ve hayli ucuz komiklikler; oysa filmin kırılgan duygusallığı kendi başına kesinlikle yeterliymiş gibi görünüyor.

Kadının aşk mektubuna genelevdeki kadınların her birinin kendi özlemlerini yansıtması gibi kırılgan ve hayli başarılı sahneleri olan, genç ve yakışıklı bir karakterle orta yaşlı ve sıradan görünümlü bir adamı karşı karşıya getiren akışı üzerinden fiziksel görünümü sorgulatan hikâyesi ile önemli ve “Ne pişireyim akşama?” sorusunu bir aşk cümlesine dönüştürme becerisi ile dikkat çeken bir film bu. Hikâyesinde kimi önemli hayli boşlukları olan ve sadece yine bir baraj inşaatı etrafında dönmesi ile değil, asıl olarak “sevgi neydi” sorusunu sordurtması ve bir seçimi karşımıza getirmesi ile de Türk sinemasının başyapıtı “Selvi Boylum Al Yazmalım”ı çağrıştıran film, kuşkusuz onun ayarında bir film değil kesinlikle ve Orhan Aksoy da Atıf Yılmaz’ın tersine yönetmen olarak pek bir değer katamamış görünüyor filmine. Yine de sinemamımızın 1970’li yıllarından kesinlikle kayda değer bir çalışma bu ve Yeşilçam’ın kalıplarından kurtarılabilmiş olsa ne iyi olurdu dedirten içeriği ile de ilgiyi hak ediyor.

Dilâ Hanım – Orhan Aksoy (1978)

dila_hanim“Gönül diye bir şey yok mu? Ya severse? Ya sevilirse? İçinde bir çiçek büyürse?”

Yörenin zenginlerinden biri olan kocasını öldüren bir beyin peşine düşen bir kadının hikâyesi.

Necati Cumalı’nın “Makedonya 1900” adlı kitabındaki bir hikâyeden Safa Önal’ın uyarladığı ve Orhan Aksoy’un yönettiği bir film. Yeşilçam’ın bir dönemine damga vuran o klasik Türkân Şoray – Kadir İnanır filmlerinden biri olan çalışma, o dönem Türk sinemasına özgü pek çok problemi bünyesinde barındırsa da seyircinin ruhuna bir şekilde işlemeyi başarıyor. Safa Önal, Cumalı’nın hikâyesini zarar verecek ölçüde epey değiştirmiş olsa da, orijinal eserin ruhunu bir şekilde yine de taşıyor bu film ve klasikleşmiş sahneleri ve iki oyuncusunun çok iyi uyuşan kimyalarının yarattığı müthiş çekicilik sayesinde görülmeyi kesinlikle hak ediyor.

Necati Cumalı’nın on dokuzuncu yüzyılın sonunda geçen öyküsünü 1970’li yıllara taşıyan Safa Önal senaryosu bir Türkân Şoray – Kadir İnanır filmi yapmak amacı ile çıkılan yolun sonucu ve bu bağlamda amacına da kesinlikle ulaşmış. Evet, gerçek kimlikleri ve aşina olduğumuz oyunculukları ve mimikleri canlandırdıkları karakterlerin önüne geçiyor zaman zaman ama ne gam! Sonuçta bu ikili ve bu ikilinin kırık bir aşk hikâyesini seyretmek isteyenler için çekilmiş bir film bu ve tam da bu nedenle hedefini tutturduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz zaten. Film Yeşilçam’ın pek çok kusuruna sahip elbette ve filmi sinemasal açıdan tam bir başarı örneği olarak göstermeye de engel oluyor bu kusurları. Örneğin müziğin kullanımı: Cahit Berkay’ın film için hazırladığı orijinal müzik çalışması gerçekten çok başarılı ve yüreğe dokunan melodisi ile hikâyeye müthiş yakışıyor ve başta o unutulmaz final sahnesi olmak üzere görüntüleri inanılmaz zenginleştiriyor. Ne var ki müzik o denli aşırı bir dozda kullanılıyor ki zaman zaman keşke hiç olmasaydı bile dedirtebiliyor. Sadece bu örnek bile filmin neleri başarırken, yeterince becerikli olunmadığı için neleri kaçırdığını göstermeye yeterli bize. Benzer bir durum senaryo için de geçerli: Sinemaya aşık bir insan olan Safa Önal’ın becerikli kaleminden çıkan diyaloglar iki başoyuncunun birlikte göründükleri her sahneye uzak durulması imkânsız bir dokunaklılık, sıcaklık ve kırılganlık katmış kesinlikle. İnanır’ın zeybek sahnesi, elbette final sahnesi veya dere kenarında Kadir İnanır’ın Türkân Şoray’a çocuksu bir masumiyet ile aşkını ilan ettiği sahne (“Şaşkınlığımı bağışlayın. İnanılır gibi değil. Yedi diyarın bir Dilâ Hanım’ı şuracıkta, karşımda. Elimi uzatsam dokunuyorum. Hayal değil, rüya değil”) çok iyi yazılmış bölümler. Buna karşılık aynı senaryo Erol Taş’ın canlandırdığı karakteri oyuncunun kariyerindeki diğer kötü karakterlerden bir benzeri yapmakla ve hatta daha da ileri götürecek bir abartı ile süslemekle ciddi bir hata yapmış. İnanır’ın İstanbul’daki çevresinin karaktere hiç uymaması, orijinal hikâye değiştirilince ortaya çıkan iki baş karakterin (ve kendilerine bağlı adamların) bir diğerini tanımaması veya adamın üzerinde gördüğü kıyafetten akıllıca yorumlar çıkarabilen kadının zenginliğinin bilinmemesi gereken bir yere burnundaki pırlantadan hızma ile gitmesi gibi tutarsızlıkları da var senaryonun. Yine de belli bir çizgiyi aşan tüm Safa Önal senaryoları gibi bu filminki de seyirciyi etkilemeyi, heyecanlandırmayı, mutlu etmeyi ve yüreğini titretmeyi başarıyor ki filmin de önemli artılarınddan biri oluyor tüm problemlerine rağmen.

Yan karakterleri canlandıran oyuncuların işlerini yapmış göründüğü (İstanbul’da Kadir İnanır’ın etrafındaki kadınları canlandıranlar hariç çünkü dudak büzmek ve göz süzmekten başka bir şey yapmıyorlar) filmde Şoray ve İnanır ikilisi için söylenecek tek şey var: Hikâyeye ve birbirlerine çok yakışmışlar. Öyle olağanüstü bir oyunculuk sergilemiyorlar belki ama burada canlandırdıkları karakterleri onlardan başkası oynayamazmış duygusu yaratıyorlar ki bu elbette büyük bir başarı. İki oyuncunun Önal’ın senaryosundan da aldıkları destekle parladıkları kimi sahneler (örneğin Şoray’ın “İyi uyudunuz mu” sorusuna içinde binlerce gizli anlam yüklü “Çook” ile karşılık verdiği sahnedeki bakışları, Orhan Aksoy pek iyi bir mizansen ile çekememiş olsa da İnanır’ın zeybek sahnesinde her iki oyuncunun beden ve yüz ifadeleri veya finaldeki bakışmaları) unutulacak gibi değil. Törelerin cenderesi içinde sıkışan iki bireyin kırık aşk hikâyesi bu iki oyuncu ile çok daha üst bir düzeye taşınmış kesinlikle.

Bir Yeşilçam klişesi olarak her tabut göründüğünde fonda ney çalmak, -Orhan Aksoy’un yanlış bir tercihi ile- gerekli gereksiz zumlara başvurmak veya yaralının vücuduna bakmadan kurşun çıkarmak gibi anlamsızlıklarının yanında filmin bir ciddi kusuru daha var: Adamın, kendisine aşık olsa da ve tüm o yeminlerin ve törelerin altında sıkışmışlığından kaynaklanan nedenlerle hayır diyor olsa da, bir kadına zorla sahip olmasının izah edilebilir bir yanı yok ve bunun adı hiçbir ama olmadan tecavüzdür. Aslında kadının da seviyor ve içten içe istiyor olması, o eylemin adını değiştirmez kesinlikle.

Özetle, mutlaka görülmesi gerekli bir Yeşilçam klasiği bu: Türkân Şoray için, Kadir İnanır için ama hepsinden önce ikisinin müthiş uyumu için görülmeli bu film. Finaldeki meydan okumaları için, başka bir zamanda ve başka bir yerde karşılaşmaları halinde mutlu olacak iki insanın şimdi ve burada karşılaştıkları için yaşadıkları trajedi için, aşkın büyüleyiciliği için ve samimi bir sinemanın ne tür kusurları olursa olsun seyirciye dokunabildiğini bir kez daha hatırlamak için…