The Stranger – Orson Welles (1946)

“O, Nazilerin en parlak zekâlı genciydi. Soykırım teorisini, ele geçirilen ülkelerin nüfuslarının azaltılmasını ve böylece savaşı kim kazanırsa kazansın, biyolojik açıdan bakıldığında Almanya’nın Batı Avrupa’nın en kuvvetli ulusu olmasını sağlamayı ilk tasavvur eden Kindler’di. Goebbels, Himmler ve diğerlerinin aksine, Kindler’in kimliğini gizli tutma saplantısı vardı. Gazetelerde hiç resmi çıkmadı. Ortadan kaybolmadan önce onu geçmişine bağlayabilecek bütün kanıtları yok etti, tek bir parmak izi bile bırakmadı. Franz Kindler’in kimliği ile ilgili tek bir ipucu bile yok, küçük bir şey dışında; neredeyse çılgınlığa varan hobisi: Saatler”

İkinci Dünya Savaşı’nda işlenen suçların kaçak faillerinin peşine düşen komisyonun bir üyesinin savaşta insanlık dışı eylemler düzenleyen bir Nazi’yi yakalama çabasının hikâyesi.

Victor Trivas’ın orijinal hikâyesinden yola çıkan senaryosunu Anthony Veiller ve Decla Dunning’in yazdığı (John Huston ve Orson Welles’in jenerikte belirtilmeyen katkıları olmuş senaryoya), yönetmenliğini Orson Welles’in üstlendiği bir ABD yapımı. 1941’de “Citizen Kane” (Yurttaş Kane) ve 1942’de “The Magnificent Ambersons” (Muhteşem Ambersonlar) adlı iki başyapıtla sinemaya hızlı bir giriş yapan ama bu filmleri gişede beklentinin çok altında kalan Welles bu üçüncü çalışması ile ilk kez, film ilk gösterime çıktığında yapımcısının kâr etmesini sağlayabilmiş. İlginç bir şekilde (ya da tam da bu nedenle) Welles’in filmografisinde en alta yerleştirdiği çalışma, yapımcı firmanın baskısı ile yönetmenin kendi versiyonundan 30 dakika kadarı kesilerek girmiş gösterime. Sinemanın rahatlıkla dâhi olarak tanımlanabilecek yönetmeni için büyük bir talihsizlik bu elbette ve filmin Welles’in diğer yapıtlarının bugün de gölgesinde kalmasının nedenlerinden biri bu olmuş. Hitchcock tarzı bir hikâyesi var filmin ve Hollywood’un tüm o ticarî ögeleri ile donanmış olmasına rağmen, bir şekilde Welles’in sinema dili ve görsel atmosferi kendisini hissettiriyor sık sık. Trivas’ın hikâyesinin Oscar’a aday gösterildiği filmde Edward G. Robinson, Welles ve Loretta Young rollerinin hakkını verirken klasik Hollywood ustalığının örneklerini sergiliyorlar. Russell Metty’nin siyah-beyaz görüntüleri Welles’in burada kurmak istediği dünyaya çok iyi uymuş ve ortaya -bazıları kesilen sahneler nedeni ile ortaya çıkan boşluklardan kaynaklanan- sıkıntıları olan ama kesinlikle ilginç bir sonuç çıkmış. Görülmeli.

Zengin ailelerin çocuklarının gittiği bir okulda Charles Rankin adı ile tarih öğretmenliği yapan kaçak Nazi Franz Kindler (Orson Welles) ile onun peşine düşen Wilson’ın (Edward G. Robinson) ortak bir hobileri var: Antika saatler. Olayın geçtiği kasabanın kilisesinin kulesindeki bozuk saat de bir yandan Kindler’in onu onarmak için yanında uzun süre kalması ile, diğer yandan da hikâyenin en gerilimli ve aksiyon dolu anlarının orada yaşanması ile filmde önemli bir yer tutuyor. Açılış jeneriği yazılarının antika saat görüntüleri üzerinde yer alması da, hikâye başlamadan bize saatlerin önemini haber veriyor önceden. Açılış sahnesinde Wilson’ı Savaş Suçluları Komisyonu’nda şiddetli bir tartışmanın içindeyken görüyoruz. Bir tutuklunun serbest bırakılması için ikna etmeye çalışıyor diğer üyeleri Wilson ve böylece bu adamı takip ederek asıl büyük kaçak olan Kindler’e ulaşabileceklerini söylüyor onlara. Nitekim öyle de oluyor ve Wilson bu serbest bırakılan adamın peşine düşerek Kindler’e ulaşıyor. Bundan sonrası iki ana karakter ve Kindler’in evlenmek üzere olduğu ve önemli bir yargıcın kızı olan kadın (Loretta Young) arasında geçen bir gerilim hikâyesi olarak ilerliyor. Yapımcıların zorlaması ile önemli bir kısmı kesilen açılış bölümlerinin bu müdahaleden fazlası ile olumsuz biçimde etkilendiği görülen film bu sahnelerinde bile görsel açıdan filmin etkileyici olacağını gösteriyor.

Karakterlerin özellikle gerilimli anlarda yüzlerine odaklanan kamera sık sık yine onları alttan ve üstten çekimlerle göstererek ve ışık / gölge oyunlarından yararlanarak hikâyeyi görsel açıdan ilginç kılıyor. Welles’in görüntü yönetmeni Russell Metty ile birlikte ortaya koyduğu sonuç çerçevelemelerin hikâyeye hep etkileyici bir şekilde hizmet etmesini sağlıyor. Öyle ki gerçekçiliği tartışmalı, fazlası ile aşırı yakın takip sahnesinin rahatsız etmesini de bu görsel başarı engelliyor. Karakterlerin yüzlerini bazen tamamen, bazen de kısmen gölgede bırakan ışıklandırma ve kamera açıları, Welles’in Hollywood’a ticarî film de çekebileceğini kanıtlamayı hedeflediği bu filmde de usta sinemacının yapıta bir derinlik katmaya çalıştığını gösteriyor.

İkinci Dünya Savaşı’nın bitmesinden hemen sonra çekilen film Nazi dehşetinin tüm tazeliği ile hafızalarda olduğu bir dönemin yapıtı. Bu dönem aynı zamanda Welles’in liberal bakışının egemen olduğu en politik zamanları ve bu durumun hikâyeye de yansıdığını görüyoruz. Film gösterime girmeden hayatını kaybeden Philip Merivale’in canlandırdığı ve kızı bir Nazinin kurbanı olan yargıç liberal görüşleri ile tanınmaktadır. Rankin kimliği ile bu aileye giren Kindler bir aile yemeğinde uyarı kisvesi altında Nazilerin savaşı sürdüreceklerinden söz ederken, asıl olarak kendi hedeflerini dile getirmiş oluyor açıkça; böylece hikâye Nazi tehlikesinin sürdüğünü ve süreceğini vurgulamış oluyor. Kindler karakterini canlandıran Welles’in oyunu ile de -bir parça zaman zaman vurgulu gibi görünüyor performansı ama hikâyenin kendisine ve yönetmenin bu hikâyeyi seyirciye ticarî yapımlarda olduğu gibi net bir şekilde geçirme çabasına uygun bu tercih- destekleniyor bu vurgu. Welles’in yüzü sık sık gölgeleniyor karakterinin karanlığını gösterircesine ve vücut dili ile de dile getiriliyor karşımızdaki kötücüllük. Hoş oyunları da var Welles’in burada yönetmen olarak: Örneğin bir sahnede Kindler karısına bir yalan söylerken onu gösteriyor kamera ama yüzünü değil, ellerini görüyoruz. Sahne adamın sesi ve tedirgin elleri, eşinin yüzü ile getiriliyor seyircinin önüne ve hayli etkileyici bir sonuç çıkıyor.

Katil ile kurabanı birlikte tanrıdan af dilerken işlenen cinayet, Wilson’ın kuşkulandığı Charles Rankin’in kimliğinden emin olmasını sağlayan dil sürçmesi, kötü bir adama âşık olduğunu kabul edememenin neden olduğu zayıflık ve manipülasyona açık olmak ve kadının gittikçe artan bir duygusal yükün altında ezilmesi gibi seyirciyi kolayca etkileyebilecek bölümleri ve unsurları olan filmin senaryosunda bazı problemler var. Yargıcın ve Wilson’ın kadını yem olarak kullanma cüretkârlığı, peşine düşeni “öldü mü” diye kontrol etmemek veya Wilson’ın kadının kardeşini kendi planına kontrol ederken sadece bir içgüdüye dayanması gibi karakterine yakışmayacak amatörlüğü vb. sorunları var senaryonun. Finaldeki yüzleşme de yine hayli başarılı genel olarak ama dramatik bir etki adına bazı zorlamalar içeriyor. Yine sondaki “melek tarafından bıçaklanma” ise güçlü bir kapanış sağlıyor filme bir parça fazla sembolik olsa da.

Film Nazilerin kötülüğünü Kindler’in ağzından duyduğumuz “Kartaca Barışı” kavramını kullanarak anlatıyor. Romalıların Kartacalıları yendikten sonra onlara dikte ettiği çok ağır barış koşullarını ve sonuçta onları tamamen köleleştirmesini anlatan bu ifadeyi film Almanların yendikleri ülkelerin insanlarını bebeklere varıncaya kadar yok etmeyi ve böylece tek güç olarak kalmayı hedeflemesinin sembolü olarak kullanıyor. Bu kötülüğün karşısına Wilson’ın ısrarlı takipçiliğini, yargcın temsilcisi olduğu liberalizmi ve yargıcın oğlunun sembolü olarak kullanıldığı “Amerikan masumiyeti”ni koyan film özellikle Edward G. Robinson’ın kendisine çok yakışan bir performansla öne çıktığı bir çalışma ve savaşın sıcak hatırasının neden olduğu paranoyanın bir örneği. Hikâye ve atmosferi ile Hitchcock’u hatırlatan ama onun başvurabileceği yergicilikten uzak duran film Welles’e özgü alan derinliğinin yansımalar yolu ile de yaratıldığı ilginç bir çalışma. Welles’in en iyilerinden biri değil; ama onun Hollywood’a “sizin istediğiniz gibi de film çekebilirim” dediği ve ilgiyi hak eden bir yapıt.

(“Yabancı”)

Le Procès – Orson Welles (1962)

“Özür dilemenin hiçbir faydası yok, hele bir suç işlemediysen ve yine de kendini suçlu hissediyorsan. Babamın bana baktığını hatırlıyorum: Tam gözlerimin içine bakar ve “Söyle evlat” derdi. “Yine neler karıştırıyordun?” Hiç yaramazlık yapmadığım halde kendimi yine de suçlu hissederdim. O hissi bilir misin? Okulda öğretmen masasından bir şeyin kayıp olduğunu söylerdi. “Pekâlâ, hanginiz suçlu, söyleyin” derdi. Bendim tabii ki. Suçluluktan titrerdim. Neyin kayıp olduğunu bile bilmezdim halbuki. Belki de… evet, öyle olmalı. Tüm düşüncelerim masum değilse eğer yüzde yüz oranda… Bu herkes için söylenebilir mi? Ermişlerin bile günahkâr arzuları vardır”

Ne olduğunu bilmediği bir suçlama ile yargılanan genç bir adamın adalet mekanizması içindeki mücadelesinin hikâyesi.

Kafka’nın “Der Process – Dava” adlı romanından yapılan bir uyarlama. Orson Welles’in senaryosunu yazdığı ve yönettiği film, bu dâhi sinemacının ABD’de çalışma olanağı bulamadığı için ikinci kez yerleştiği Avrupa’da Fransa, İtalya ve Almanya ortak yapımı olarak çekilmiş. Kapanış jeneriğine eşlik eden konuşması ile belirttiği gibi (“Bu filmi yazdım, yönettim ve oynadım. Benim adım Orson Welles”) Kafka kadar, Welles’in de damgasını vurduğu bir film bu. “Josef K.” karakterini Anthony Perkins’in oynadığı ve oyuncunun Kafka/Welles dünyasının karanlık atmosferinde yolunu bulmaya çalışan karakterini kendisine çok yakışan bir kırılgan tedirginlikle oynadığı film, bu yıl hayatını kaybeden Fransız görüntü yönetmeni Edmond Richard ve Welles’in görsel dünyası ile büyülüyor seyredeni. Bireyi ezen bir adalet bürokrasinin yanısıra suç ve suçluluk kavramlarını da karşımıza getiren film Welles’in de aralarında olduğu zengin oyuncu kadrosu ile de ilgiyi kesinlikle hak eden önemli bir çalışma. Kafka’nın 1914 – 15 arasında yazdığı ve ilk yayımlanma tarihi 1925 olan romanı filmin çekildiği yıllara (1960’lara) taşıyan bu sinema eseri kimi eleştirmenler tarafından biçimsel çalışmanın Kafka’nın içeriğinin önüne geçmesi ile eleştirilse de Welles’in bu çalışması her sinemaseverin en az bir kez görmesi gereken filmlerden biri.

Kafka’nın romanı Welles’ten sonra iki kez daha hayat bulmuş sinema perdesinde. 1993’te David Hugh Jones bir Birleşik Krallık yapımı olarak ve 2018’de de John Williams günümüze taşıyarak bir Japon yapımı olarak sinemaya aktarmış bu ölümsüz edebiyat eserini. Radyo ve tiyatro uyarlamaları da olan romanın çaresizce adaleti bulmaya çalışan baş karakteri günümüzde de güncelliğini taşıyor kuşkusuz, hele de bizimki gibi insanlığın en temel kavramlarından biri olan adaletin her geçen gün daha da yozlaştığı ve güçlü olana göre ve onun tarafından biçimlendirildiği ülkelerde. Film “pin-screen” denen bir yöntemle, Alexander Alexeieff ve eşi de olan Claire Parker tarafından tasarlanan bir animasyonla açılıyor. “Adalet”e giden bir kapıdan geçmesi bir muhafız tarafından engelenen ve yıllarca beklediği kapı önündeki son günlerinde bu muhafız tarafından bu kapının yüzüne kapatıldığına tanık olan bir adamın hikâyesini animasyona eşlik eden Welles’in sesinden dinliyoruz bu bölümde. Animasyonun ardından, K’yi ne olduğunu söylemedikleri bir suç nedeni ile tutuklamaya gelen polislerin odasına girerek onu uyandırması ile devam ediyor film. Hikâyenin tümünde de sık sık tanığı olacağımız üzere bol konuşmalı bu açılış sahnesinin önemli bir bölümünü tek bir çekimle oluşturan Welles, adeta “Acep ne imiş günahım bilmezem” (Pir Sultan Abdal) diyen adamın kara komedisini etkileyici bir görsellikle anlatıyor bize. Bu etkileyiciliği rahatlıkla unutulmaz kelimesi ile ifade edebileceğimiz pek çok ânı var filmin. Örneğin tahta çitlerle çevrili bir koridorda dehşet içinde koşarak, kendisini kovalayan küçük kızlardan kaçan Perkins’in yüzünün çiti oluşturan tahtalar arasından sızan ışıkla bir aydınlanıp bir karardığı bölüm veya Welles’in başrollerden birini oynadığı Carol Reed’in 1949 tarihli “The Third Man – Üçüncü Adam” filmindeki tünel sahnesinin ve oradaki gölgenin tekrarlandığı bölüm bu unutulmaz anların sadece iki örneği.

Hırvatistan, Fransa ve İtalya’da çekilen filmde mekanlar ve setler hayli özenle seçilmiş ve kullanılmış. Çekimler yapıldığı sırada müzeye dönüştürülmek üzere kapatılmış olan tren garı (Gare d’Orsay) bu etkileyici mekanlardan biri. K’nin çalıştığı ofis olarak kullanılan bu istasyon devasa boyutları ile ve örneğin yüzlerce daktilografın çalışırken görüntülendiği bölümlerdeki göz kamaştıran kullanımı ile filmin görsel düzeyini oldukça yükseklere taşıyor. Bu “büyük”lük karşısında bireyin (hikâyemizde K’nin) “küçük”lüğünü görsel olarak sürekli vurgulamış Welles. Örneğin K’nin yaşadığı apartman hem yatay hem dikey boyutu ile insanı ezen bir dev görünümünü taşıyor. Tiyatrodaki sahnenin açılışında da sahneden locaların olduğu yeri görüntüleyen kamera yukarıya, kendisinden hayli büyük bir nesneye bakan insanın gözü gibi konumlandırılmış. Welles ve görüntü yönetmeni Edmond Richard’ın alan derinliğini hemen her zaman geniş (ve hatta sonsuz) tutma tercihleri de bu durumu destekliyor. İkilinin farklı ve şaşırtan kamera açıları da, sergilediği görüntünün içeriği ile uyumlu olması ve onu zenginleştirmesi nedeni ile benzer bir övgüyü hak ediyor. Özellikle ofiste geçen sahnelerde kalabalık figüran kadrosunu da etkileyici bir biçimde kullanmış film ve tüm set tasarımları ile de müthiş bir etkileyicilik yakalamış. Welles’ın canlandırdığı avukatın evinin (yerlere saçılmış binlerce dosya, evrak vs.) bir örneği olduğu tasarımlar merdivenler, konstrüksiyonlar ve koridorları ile göz dolduruyor ve filme olağanüstü bir katkı sağlıyor. Bu siyah-beyaz filmde gölgeler de (duvarlara, bazen de yola yansıyan) benzer bir ustalıkla kullanılmış.

K’yi canlandıran Anthony Perkins’in oyunculuğu zaman zaman bir parça dışavurumcu (ve abartılı) gibi görünse de, oyuncu karakterine kendi kırılganlığını çok iyi geçiriyor ve onun gittikçe çöken ruh halini etkileyici bir biçimde sergiliyor. Hemen her karesinde görünüyor filmin ve düşsel (elbette burada bir karabasandan söz ediyoruz) ve tedirgin bir atmosferi olan hikâyenin kara komedi yapısını ustaca destekliyor. Welles “pek çok davaya girmiş olan ve üstelik bunların birkaçını da kazanmış olan” avukat rolünde çok iyi bir performans sergiliyor ve karakteri üzerinden adaletin ulaşılmazlığını yüzüne çarpıyor K’nin etkileyici bir şekilde. Onun bir başka müvekkili olan Bloch rolündeki Akim Tamiroff’un da başarılı oyunculuğu ile dikkat çektiği (özellikle avukatın elini öpmesi ile sonuçlanan sahnede) filmde Avrupa sinemasının üç kadın yıldızı da rol almış. Jeanne Moreau K’nin komşusu rolünde, Elsa Martinelli mahkeme görevlisinin eşi rolünde, Romy Schneider ise avukatın sekreteri/sevgilisi/hemşerisi rolünde sadece varlıkları ile değil, karakterlerine kattıkları derinlik ile de filme önemli bir katkı sağlıyorlar.

Yahudi olan K’nin sonunu, daha doğrusu bu sonun oluş şeklini Yahudi Soykırımı’nın henüz yeni gerçekleşmiş olmasının hassasiyeti ile değiştirmiş Welles ama açıkçası filmin sertliğini bir parça azaltmış bu tercihi ile ve kara komedisini artırmış. Oysa romandaki son daha uygun olurmuş hikâyenin tümü dikkate alındığında. Jean Ledrut’on orijinal müziklerinin yanısıra Albinoni’nin Sol Minör Adagio’sunun da aralarında olduğu eserlerinin kullanıldığı film görülmesi gerekli bir sinema klasiği. Açılan her kapının aslında -adalete ulaşma çabasının yüzüne- kapatılan bir kapı olduğu film Perkins’in vücut dilinde çok çarpıcı bir karşılığı olan tedirginlik duygusunun müthiş bir resmini çizerek sinema tarihindeki yeri alıyor kuşkusuz.

(“The Trial” – “Dava”)

The Lady from Shanghai – Orson Welles (1947)

“Kendimi gülünç duruma düşürmeye başladığımda, beni durdurabilecek fazla bir şey yoktur. Sonunun nereye varacağını bilseydim, bu işin başlamasına izin vermezdim… aklım başımda olsaydı yani. Ama onu bir kez gördükten sonra bir süre kendime gelemedim”

Büyülendiği çekici bir kadının daveti üzerine katıldığı bir yat gezisinden sonra kendini bir cinayete karışmış olarak bulan bir denizcinin hikâyesi.

Kült film tanımını kesinlikle hak eden bir klasik. Sherwood King’in “If I Die Before I wake” adlı romanından uyarlanan filmi Orson Welles yazmış ve yönetmiş, başrolü de o tarihte evli ama boşanmak üzere olduğu Rita Hayworth ile paylaşmış. 1946’da çekilse de 1947’e kadar gösterime sokulmayan filmin hem Hayworth hem de Welles için farklı nedenlerle de olsa “farklı bir film” olduğu kesin. Hayli “ucuz” bir hikâyesi olan filmin bu farklılığı ve başta finaldeki “aynalı oda” sahnesi olmak üzere epey ilginç kimi sahneleri bugün onu bilinen ve sevilen (ve sevilmese bile tartışılan) bir kült esere dönüştürmüş durumda. Her sinemaseverin mutlaka görmesi gereken bir çalışma bu ve sinemaya birbirinden farklı yaklaşımları olan sanatçılar bir araya geldiğinde ortaya çıkabilen tuhaf ama çekici örneklerden biri kesinlikle.

Ayrıksı ve yetenekli sanatçı Orson Welles 1946 yılında, Jules Verne’in “Around the World in 80 Days” adlı romanını müzikal olarak sahneye uyarlamakla uğraşırken yaşadığı finansal sıkıntıyı aşmak için yapımcı Harry Cohn’u arar ve göndereceği para karşılığında hiçbir ücret almadan onun bir filminin senaristliğini, yönetmenliğini ve başrolünü üstlenmeyi önerir. Kafasında bir film fikri olduğunu da söyler ve o sırada tesadüfen gördüğü Sherwwod King romanının (hiç okumadığı ve sadece kapağını gördüğü bir kitaptır bu) adını söyler. Welles filmin çıkış noktasını böyle anlatıyor ama yapımcı William Castle’ın kızı romanı babasının Welles’e gösterdiğini ve Castle’ın yöneteceği bir film için Cohn’a iletmesini istediğini anlatmış. Hangi hikâye ne kadar doğrudur bilinmez ama sonuçta filmin hikâyesinin hayli “ucuz” türden olması en azından Welles’in kitabı bilinçli olarak seçmediğini gösteriyor bize. Sonuçta ortaya çıkan film gişede başarılı olmadığı gibi, yapımcılar filmin hikâyesini o derece karışık bulmuş ve o yıllarda sinemanın en gözde isimlerinden biri olan Hayworth’ın kariyerine zarar vereceğinden o denli korkmuşlar ki Welles’in bitmiş olarak teslim ettiği filmin nerede ise 1 saatlik kısmını kesmişler. Filme müdahaleleri bununla da sınırlı kalmamış yapımcıların; Welles’i Hayworth’ın çekiciliğini vurgulayacak yakın planlar çekmeye de zorlamışlar ve hatta -gerçekten de epey eğreti duran ama bir yandan da filmin tuhaflığına uyan bir sahnede- Hayworth’a Anita Ellis’in sesi ile bir şarkı da söyletmişler. Welles’in Hayworth’ın kızıl rengi ile tanınan saçının rengini açtırmasının ve kısalttırmasının da filmin gişede başarısız olma nedenlerinden biri olarak kabul edildiğini de -en azından Hollywood’dakilerce- söyleyelim filmle ilgili son “magazin” notu olarak.

Tüm kusurları ile bu filmin nasıl bir klasik olabildiğini açıklamak zor aslında. Sonuçta -elbette kısaltılmış olmasının da sonucu olarak- çok dikkatli olmayan bir seyirci için karışık bir hikâyesi var filmin ve zekî görünen bir adamın, içine çekildiği tuzağı bizden daha geç fark etmesi çok da inandırıcı değil. Welles’in anlatıcı olarak, her zaman pek de gerekli görünmeyen bir şekilde konuşup durduğu ve bolca diyalogun da epey konuşmalı kıldığı bir film bu üstelik; zaman zaman sessizliği özletiyor size hatta. Açılıştaki “parkta saldırı” sahnesi de vasat ve ucuz bir Hollywood filmini hatırlatıyor ve sonrası için çok şey vaat etmiyor gibi. Ne var ki tam da bütün bu örnekler bir yandan da filmin çekiciliğini açıklıyor bize. Hikâyenin karışıklığı bir eğlence halini alabiliyor seyirci için ve Welles’in anlatıcı olarak tam da “ucuz roman”lardan fırlamışa benzeyen açıklamaları bu eğlencenin dozunu artırıyor ve kendinizi açılış sahnesinin havasının da desteklediği bu ucuz roman atmosferi içinde buluyorsunuz. Bu atmosfere kendinizi bıraktığınız anda da film sizi ele geçiriyor açıkçası.

Hayworth’ın gizemli kadını (“Şanghay’da şanstan daha fazlasına ihtiyacınız olur” gibi kült olmuş bir cümleyi duyuyoruz onun ağzından ve bu cümlenin ima ettiği anlamı merak ediyoruz), Welles’in İspanya İç Savaşı’nda Franco yanlısı bir casusu öldürmüş denizcisi, kadının ünlü bir ceza avukatı olan kocası ve onun tuhaf ortağı… Welles yönetmen olarak bu karakterleri sık sık yakın planlarla karşımıza getirirken; kamera açıları, çerçevenin içine alıp neyi dışarıda bırakacağı konusundaki sık sık anti-Hollywood görünen tercihleri ve Charles Lawton Jr.’ın (ve jenerikte adları geçmese de Rudolph Maté ve Joseph Walker’ın) başarılı görüntülerinin sağladığı gizemli havayı ustaca kullanması ile teknik açıdan filmi hayli yüksek bir düzeye ulaştırıyor. Welles’in hiç sezdirmeden ustaca başardığı bir şey daha var: Filme yumuşak dozda bir alaycı hava katmak. Welles’in yüzüne sık sık yansıyan “müstehzi” bakış bu alaycılığın çok iyi bir örneği; adeta Welles anlattığı hikâyeyi kendisi de ciddi bulmamış ama tadını çıkarmış gibi görünüyor ve bizden de bunu bekliyor.

Welles yukarıda belirtilen teknik ustalığı pek çok farklı sahnede sergiliyor hikâye boyunca ve Hollywood’un dışına çıkıyor filmin bu anlarında. Örneğin akvaryum önündeki, filmin havasına ve türüne (kara film) hayli yakışan öpüşme sahnesinde karakterlerin siluet biçiminde görünmesi, mahkeme sahnesinde arka plandaki (“alan derinliği”, evet!) jüri üyelerinin hareketlerini (biri hapşuruyor, biri bir diğerini güldüğü için azarlıyor vs.) yakalaması ve elbette lunaparkın aynalı odasında geçen sahnenin tümündeki ustalığı her türlü takdiri hak ediyor. Gerçeği çarpıtan, karakterlerin gerçek niyetlerini ve varlıklarını gizleyen (veya ortaya çıkaran) ve çoklu görüntü yolu ile adeta onların oynadıkları farklı kişiliklere gönderme yapan bu sahne teknik olarak çok başarılı ve tek başına filmi mutlaka görülmeli sınıfına sokacak değerde. Bu sahnenin “Ölmek istemiyorum” diye yardım çığlığı atan Hayworth’ın görüntüsü ile sona erdiğini de düşününce, neden unutulmazlar arasına girdiğini ve hep orada kalacağını anlamakta zorluk çekmiyoruz.

Dört ana karakter arasındaki gerilimi keyifli biçimde anlatan film bu karakterleri canlandıran oyuncuların performansları ile de zenginleşiyor. Welles karakterinin tereddütlerini ve alaycılığını sadece vücut diline değil, sesine de ustaca yansıtıyor. Hayworth doğal olarak sahip olduğu çekiciliği hikâyenin emrine keyifli bir biçimde verirken, karakterinin muğlaklığını da akıllıca sergiliyor. Avukat koca rolündeki Everett Sloane karakterinin mahkeme salonlarındaki ustalığını oyunculuktaki ustalığa çevirerek perdeye taşıyor adeta ve başarılı bir karakter oyuncusu olarak çarpıyor seyirciyi. Onun ortağını oynayan Glenn Anders ise karakterinin tuhaf ürkütücülüğü nedeni ile aslında hayli zor bir rolün altından başarı ile kalkıyor kesinlikle.

Belki de hikâyenin standart ölçülerle bakıldığında zayıf olduğunun farkında olan Welles’in olayların akışını çok da önemsemediği ve filmi, teknik ustalığını da kullanarak “tuhaf” bir biçime dönüştürmenin doğru olacağını düşündüğü söylenebilir; eleştirmen Dave Kehr’in dediği gibi “tüm zamanların en başarılı tuhaf filmi” olduğunu söylemek doğru mu bilmiyorum ama en başarılı olanlarından biri olduğu açık bu eserin çünkü.

(“Şanghaylı Kadın”)