Total Recall – Paul Verhoeven (1990)

“Antarktika’da kayak yapmak istiyorsunuz ama üstünüze çığ gibi iş mi yığıldı? Okyanusun derinliklerinde tatil hayali kuruyorsunuz ama paranız mı yok? Hep Mars’ın dağlarına tırmanmak istediniz ama yaşınız mı geçti? Öyleyse Rekall şirketine gelin. Hayal ettiğiniz tatilin hatırasını satın alabilirsiniz. Gerçek tatilden daha ucuz, güvenli ve iyi. Hayatı ıskalamayın. Ömür boyu unutulmayacak anılar için Rekall’u arayın”

Hafızasına sahte bir Mars anısı için yerleştirilmesi için operasyon geçiren bir adamın gezegende yaşadıklarının -gerçek ya da hayalî- hikâyesi.

Eserleri sinema için hayli verimli bir kaynak olan Amerikalı bilim kurgu yazarı Philip K. Dick’in 1966 tarihli “We Can Remember It For You Wholesale” adlı hikâyesinden uyarlanan; Ronald Shusett, Dan O’Bannon ve Jon Povil’in hikâyesinden yola çıkan senaryosunu Shusett, O’Bannon ve Gary Goldman’ın yazdığı, yönetmenliğini Hollywood için çalıştığı dönemde Holandalı sinemacı Paul Verhoeven’in yaptığı ABD yapımı bir bilim kurgu ve aksiyon filmi. Başrolünde Arnold Schwarzenegger’in yer aldığı ve gerçek ile düşün birbirine girerek kafasını karıştırdığı karakterine bol kaslı vücudunu doğru bir şekilde sunduğu film, ses kurgusu ve ses dalında 2 Oscar adaylığı bulunan, görsel efektleri ile bir özel Oscar kazanan ve kimileri tarafından bugün bir klasik -hatta kült- olarak kabul edilirken, pek çok eleştirmen tarafından da saçma, kötü ve yanlış bulunan bir çalışma. Açıkçası bu karşıt görüşlerin her ikisini de doğrulayan bir film bu ve eğer bilim kurgunun aksiyonu öne çıkaranından hoşlanıyorsanız ve sertlikten rahatsız olmuyorsanız belli bir zevk alarak seyredebilirseniz. Philip K. Dick’in orijinal fikrinin Verhoeven usulü bir gösterişin altında neredeyse ezilmesi, ucuzundan bir erotizm ve şiddet şehvetinin hikâyeye hâkim olması ise bu filmin dikkat edilmesi gereken önemli problemlerinden.

Çekimlerinin önemli bir kısmı Meksika’da gerçekleştirilen bu Schwarzenegger filmi 2012’de Len Wiseman tarafından tekrar çekilmiş, başrolde bu kez Colin Farrell ile. Tüm gösterişli yanlarının yanında bugün filmi dikkate değer kılan temel olarak Philip K. Dick’in hikâyesinin temaları. Gerçek ile anıların (gerçek ve sahte anıların) birbirine karışması, seyirciyi de neyin gerçek olduğu (“Aklıma korkunç bir şey geldi: Ya bunlar gerçekten rüyaysa”) konusunda ikilemde bırakması ve bu ikilemi tüm hikâyeye yayabilmesi ile dikkat çekiyor öncelikle bu film. Kızıl gezegen Mars’a nedenini bilemediği bir merak duyan bir inşaat işçisinin metroda gördüğü bir reklamdan sonra beynine “sahte Mars tatili” anıları yerleştirtmek için harekete geçmesi ile başlıyor hikâye. Daha sonra olan bitenler, bu giriş bölümü de dahil olmak üzere neyin gerçek neyin rüya, ya da neyin gerçek neyin sahte anı olduğu konusunda hem seyirciye hem baş karakterine sorular sordurtan bir içeriğe sahipler. Kuşkusuz çekici bir konu bu ve Verhoeven’in aksiyon ve şiddet sevdasının altında kalmasına rağmen sağ kalmayı başarıp hikâyeye önemli bir çekicilik kazandırıyor. Senaryonun bu merak duygusunu filmin son karesine kadar taşımasının da katkısı ile bu çekicilik baştan sona hikâyede kendisini hep hissettiriyor. Verhoeven’in abartılı aksiyonu nedeni ile filmi çıkabileceği bir üst noktaya taşımaya ise gücü yetmiyor Dick’in orijinal fikrinin.

Filmin ilk hâli X (ABD’de bugünkü karşılığı NC-17) kategorisine yerleştirilmiş ve aşırı şiddet içeren sahneleri nedeni ile sadece yetişkinler tarafından görülebileceği belirtilmiş. Bunun üzerine film bir parça kesilmiş ve kategorisi R olarak (17 yaş altındakilerin sadece yanlarında bir yetişkin olması koşulu ile seyredebileceği filmler) değiştirilmiş. Gerçekten de abartılı şiddet ve kanlı sahneler içeren bir film bu. Parçalananan bedenler, yuvalarından fırlayan gözler, fışkıran kanlar, kopan organlar vs. ile Verhoeven bizi şehvetle bir şiddet gösterisine davet ediyor ve anlaşılan gösterdiklerinden kendisi de epey keyif alıyor. Tüm o şiddetin yönetmenin de keyif almasından başka bir açıklaması yok çünkü. Dozunda tutulsa filme ek bir zenginlik getirecek olan bir unsuru bu derece uç noktalara kadar giderek kullanmak yanlış ama Verhoeven’den de beklenecek bir seçim şüphesiz. Hemen açılışa anlamsız bir erotizm katmasının da gösterdiği gibi, Hollandalı sinemacı seyirciye beklediğini fazlası ile ve kaba / saçma olmaktan da kaçınmayacak bir şekilde vermesi ile tanınan bir isim sonuçta.

Hikâyenin önemli yanlarından biri Mars’ta kurulan koloninin orada yaşayanları sömüren bir düzenle yönetilmesi ve insanların hayatta kalmaları için gerekli olan hava silah olarak kullanılarak baskı ve tehdit altında tutulmalarını göstermesi. Bu düzene karşı çıkan ve terörist olmakla suçlananların mücadelesi hikâyenin ana parçalarından biri. Kahramanımızın aslında hangi tarafta olduğu konusunda kafası karışarak (ve karıştırılarak) bir parçası olduğu bu mücadele bir ezen ve ezilen macerasına götürüyor bizi film ve umut vaat eden bir şekilde bitiriyor bu macerayı. Defalarca tekrarlanan katliam görüntülerinin yanında zorlama görünen mizah anlarının da etkisini azaltmasına rağmen hikâyenin çekici yönlerinden biri bu kesinlikle. Anı naklinin dışında, tek dokunuşla tırnağı boyayan oje ve robotların kullandığı taksiler gibi birkaç unsur bir yana bırakılırsa geleceğin teknolojisi ie ilgili çok fazla şey göstermeyen filmin hikâyesinin kötü adamın kıskançlığı gibi zorlama yanlarının yanında mizah anları da gereksizlikleri ile dikkat çekiyor. Konu daha ciddiyetle ele alınsa çok daha iyi olabilirmiş açıkçası ve Arnold Schwarzenegger’in, karakterine zaman zaman bir devin vücudundaki çocuk gibi yaklaşması bile çözmüyor bu ciddiyetsizlik problemini. Yeri gelmişken oyuncunun zayıf yanları olan, kafası karışan bir kahramanı uygun bir biçimde canlandırdığını ve filme renk ve seyir zevki kattığını söylemekte fayda var.

Görsel efektlerin ve makyajların göz doldurduğu ve Arnold’un bir kadının bedeninden çıkması, isyancıların lideri Kuato, Mars’ın çok büyük bir kısmı karbondioksitten oluşan atmosferinin kendisine maruz kalan insanlar üzerinde yarattığı etki ve yöneticilerin ucuz kubbe ve ışınları temizlemeyen hava gibi tercihleri yüzünden deforme olan insan bedenleri ve oluşan mutantlar gibi unsurlar ile bu efektlerin etkileyici düzeylere çıktığı film tam bir aksiyon patlamasına sahne olan finali ile türün hayranlarını mutlu edecektir kuşkusuz. Ciddi bir hikâyeye hak ettiği ciddiyetle yaklaşmayan, seyirciyi doğrudan etkileyecek numaralara başta şiddet olmak üzere bol bol başvurmaktan çekinmeyen, bir kısa hikâyeyi uzatmaktan dolayı ikinci yarısında bir parça sarkan ve ticarî olmaktan hiçbir anında kaçınmayan filmi görmekte (ve sonra unutmakta) herhangi bir zarar yok; sonuçta “Ben, ben değilsem, kimim peki?” sorusunun hakkını tam olarak veremese de (ya da vermeyi zaten pek umursamasa da) cevabı üzerine seyircinin merak duygusunu hemen hep ayakta tutan bir çalışma bu.

(“Gerçeğe Çağrı”)

Zwartboek – Paul Verhoeven (2006)

“Planım üst düzey bir Alman subayını tavlayıp onunla yatmak. Ülkem ve kraliçe için..”

1944’te Nazi işgali altındaki Hollanda’da direnişçilere katılan bir Yahudi kadının hikâyesi.

Ülkesinde hayli popüler filmler çektikten sonra 1985’de “Flesh+Blood” ile ABD’de çalışmaya başlayan ve gösterişli ama çoğunlukla iç boş filmleri ile ilgi toplayan Hollandalı yönetmen Paul Verhoeven’den klasik sinema dili ile çekilmiş, Hollanda sineması için hayli büyük bütçeli ve oldukça da ilgi toplamış bir film. Öyle ki 1998’de ülkesinde tüm zamanların en iyi Hollanda filmi seçilmiş. Yönetmen filmini Holywood dışı bir kategoriye yerleştiriyor ama bunu pek de doğrulayan bir yanı yok filmin. Kahramanın kadın olması, söz konusu yönetmen Verhoeven olunca beklenen bir şekilde erotizmin dozunun epey yüksek tutulması veya karakterlerin keskin çizgiler ile iyi ve kötü olarak ayrılmamış havası vermemesi (ki pek de doğru bir yargı değil bu durum karakterler için) filmi anti-Hollywood yapmıyor elbette. Ne de iyi yürekli ve pul koleksiyonu olan Nazi istihbarat subayının varlığı savaş filmlerinin klasik taraflarına radikal bir yaklaşım getiriyor. Tüm bu unsurlar belki hâlâ azınlıkta olsalar da Amerikan sinemasında çoktan yerlerini almış durumdalar.

Amerikalılar Avrupalıları kurtardıkları (!) gibi bu kahramanlıklarını da epeyce malzeme olarak kullandılar sinemada. Arada bir Avrupalının çıkıp kendi tarihini kendisinin anlatmaya soyunması elbette çok daha değerli. Bu filmde yönetmen Verhoeven biraz uzun tutulmuş süresi içinde dekorlardan mekanlara ve kostümlere hayli titiz bir çalışmanın ürünü olduğu açık olan öğeleri ustalıkla kullanmayı başararak aksamayan bir tempo ve sinema dili ile aktarıyor hikâyesini. Aşktan işkenceye, erotizmden ihanete ve kahramanlıklardan gerilime kadar ilgi çekebilecek ne varsa tümü yerini almış filmde. Baş oyuncu Carice van Houten’in filmi sürükleyen oyunu hikâyedeki fazla uzatılmış görüntüyü ve kahramanının yaşamadığı şey kalmadı düşüncesini doğuran bu kadar da olmaz duygusunu kırmayı başarıyor ve bir şekilde seyircinin ilgisini sürekli kılmayı başarıyor. Filmin başında ve sonunda geçen İsrail bölümleri örneğin filmden çıkarılabilirmiş ve bu hikâyeden hiç bir şey eksiltmezmiş açıkçası ama yönetmen belki de ABD’deki alışkanlığını sürdürerek filminin “büyük” görünmesini tercih etmiş.

Gerçek olaylardan esinlendiği söylenen hikâye daha çok gerçekte olmuş (olması mümkün) olayların tümünün bir araya tıkılmış havası ile o kadar da gerçekçi durmuyor ama buna takılmamakta yarar var. Yönetmen heyecanlı, gerilimli ve erotik bir hikâye yaratmak istemiş ve başarmış görünüyor. Yoksa karakterlerin pek de derinleşemediği, Amerikan sinemasının çok daha parlak örneklerini verdiği ve zaman zaman inandırıcılıktan uzaklaşan filmin sinemaseverler için bir klasik olarak geleceğe kalmayacağı açık. Elbette anlaşılan, biz de en azından Amerikan ticari sinemanın ortalamasını tutturan epik filmler yapabiliriz duygusunu yaşattığı Hollandalılar dışında diye bir istisnayı belirtmek gerekiyor.

(“Black Book” – “Kara Kitap”)