King Kong – Peter Jackson (2005)

“Bayanlar ve baylar, işte karşınızda… KONG! Dünyanın sekizinci harikası!”

Film çekmek için gizemli bir adaya giden bir film ekibinin dev bir gorille karşılaşınca yaşananların hikâyesi.

1933 tarihinde çekilen ve bugün korku türünün klasikleri arasında yerini alan, Merian C. Cooper ve Ernest B. Schoedsack’ın birlikte yönettikleri aynı isimli filmin yeniden yapımı. 1976 yılında John Guillermin tarafından çekilmiş bir yeniden yapımı daha olan orijinal film Edgar Wallace ve Merian C. Cooper’ın hikâyesinden yola çıkılarak çekilmişti. ABD, Yeni Zelanda ve Almanya ortak yapımı olan 2005 tarihli bu film ise yine aynı hikâyeden yola çıkan ve Fran Walsh, Philippa Boyens ve Peter Jackson’ın imzasını taşıyan senaryodan Jackson’ın çektiği bir çalışma. İkisi ses çalışmasından, biri de görsel efektlerden olmak üzere 3 Oscar ödülü kazanan film 2005 yılında o zamana kadarki en yüksek bütçeli film olmasının hakkını veren hayli “büyük” bir çalışma. Filmlerinin kazandırdığı yüksek gelir nedeni ile oldukça büyük bir bütçe çalışma imkânı bulmuş Jackson ve bunu da her sahnede göstermiş açıkçası. 187 dakikayı bulan uzunluğu ile, dinozor sahnelerinde olduğu gibi hiç çekinmeden uzatılmış, “büyütülmüş” anları ile ve tüm set ve kostüm çalışmaları ile film hiç aralıksız olarak ne kadar “büyük” olduğunu vurguluyor. Adeta dev bir mekanizma hiç durmadan işliyor ve seyirciyi gerilimden korkuya, mizahtan romantizme atıp duruyor ona hiç nefes alma imkânı vermeden. Amacı eğlendirmek olan ve bunu da kesinlikle başaran film “kendini beğenmiş” ve seyirciden de aynı tavrı bekleyen hali ile rahatsız edici oluyor zaman zaman ama bu tür filmler tam da bu özellikleri nedeni ile ilgi odağı olurlar sonuçta. Eğlenmek ve -belki hemen olmasa da- unutmak için görülmesi gerekli bir çalışma.

1933 tarihli King Kong filmi 100, 1976 tarihli olanı 134 dakika iken bu film tam 187 dakika uzunluğunda. Dakikalarca süren dinozor sahneleri düşünülünce filmin bu kadar uzun olması anlaşılabiliyor ama buna gerçekten gerek olup olmadığı tartışmaya açık. Temposunu -gemide geçen ilk sahneler hariç- zaten hiç düşürmeyen film bir de süresini uzun tutunca yorabiliyor seyirciyi doğal olarak. Elbette bu problem, türün çok da meraklısı olmayanlar için geçerli; meraklılarının ise aksine her saniyesinden keyif alacağı kesin tüm bu uzun sahnelerin. Sinema endüstrileştikçe bir filmin arkasındaki insan sayısı da büyüyor ve film üretimi adeta bir fabrikada olduğu gibi otomatize edilmeye doğru bir eğilim gösteriyor. Filmlerin kapanış jeneriklerinin gittikçe uzaması ve özellikle King Kong örneğinde olduğu gibi dakikalarca sürmesinin arkasında sadece artık filme bir şekilde emeği geçen herkesin adına yer veriliyor olması yatmıyor kuşkusuz; bundan daha önemli olarak, gerçekten de gittikçe artan sayıda insan bunun gibi büyük bütçeli filmlerde bir şekilde bir rol üstleniyor ve devasa bir mekanizmanın aksamadan ilerlemesini sağlıyor. Bu durum sadece sinemaya özgü değil kuşkusuz; örneğin müzikte de benzer bir değişim var: 1950’li yıllarda Billboard dergisinin listesinde 1 numaraya çıkan bir şarkıyı ortalama 1.74 kişi yazarken, bu sayı 1970’lerde 1.79, 1980’lerde 1.87, 1990’larda 2.76 ve 2000’li yıllarda 3.59’a yükselmiş. Kısacası sanat (elbette özellikle popüler olanları) gittikçe yükselen sayıda bir “yaratıcı” tarafından üretiliyor ve bu da doğal olarak beraberinde bir samimiyet kaybını ve formüllere bağlı olarak ilerleyen bir otomatikleşmeyi getiriyor. Bu filmin de devasa bir çarkın işlemesi ile üretildiği açık kesinlikle.

Açılış ve kapanıştaki New York sahnelerinden adada geçen tüm bölümlere kadar film ciddi bir prodüksiyon emeği ile üretildiğini söylüyor bize ve hatta bunu sahneleri arsızca uzatarak, karakterleri ve tüm o tasarım harikası yaratıkları çoğaltarak yapıyor; bir başka ifade ile söylersek kendisine hayran olunması için her şeyi yapıyor. Jackson’ın yönetmenliğine diyecek yok ve “eskiye göz kırpan”, çizgi romanın görsel estetiğini taşıyan ve o romanlardaki diyalogları ve hikâye akış biçimini benimseyen çalışması ile epey bir katkı sağlamış filme kesinlikle. Filmi seyrederken adeta bir çizgi romanın canlanmış haline tanık oluyor gibi hissediyorsunuz ki oyuncuların da keyifle eşlik ettiği bu tercih filmin içinizdeki çocuğa hitap etmesini de sağlıyor böylece.

Sadece gizemli ve “vahşi” bir dünyada başlayan ve “modern” dünyada devam eden bir macera değil, aynı zamanda sıkı bir aşk filmi de bu elbette King Kong’un hikâyesine aşina olanların çok iyi bileceği gibi. Peter Jackson da bu imkânsız aşkı görsel olarak epey ciddi bir romantizm havası yaratarak ve hüzün duygusunu hiç ihmal etmeden anlatıyor bize çekici bir şekilde. Yerlilerin özellikle eski filmlerde/romanlarda/çizgi romanlarda olduğu gibi vahşi birer ucube olarak çizilmeleri ise orijinal hikâyeye uygunluk açısından belki doğru ama günümüz için fazlası ile bir sömürgeci Batı anlayışının izlerini taşıyor ve her ne kadar beyaz adamların çoğunu da (özellikle de film yönetmenini) kimi kötü özellikleri ile sergilese de sonuçta film sık sık bir “Beyaz Adam Vahşi Yerliye Karşı” havasına bürünüyor.

Bunun gibi görsel efektlerle dolu bir filmde aslında oyunculuğun ne kadar zor olduğunu bir kez daha hatırlatıyor bize bu çalışma; özellikle Kong’un tutkusunun nesnesi olan sarışın oyuncu rolündeki Naomi Watts’ın hayli ciddi bir yükün altından başarı ile kalktığını söylemek gerek. Jack Black, Adrien Brody ve gemi çalışanlarından birinin yanısıra Kong’u da oynayan Andy Serkis’in de adını anmak gerekiyor, oyunculukları ile filmin görsel tercihlerine (çizgi roman estetiği) ciddi bir başarı ile uyum gösterdikleri için. Ne kadar gösterişli ve başarılı olursa olsunlar kimi sahnelerin fazlası ile uzadığı filmin “Kong’un bir dinozoru ağzını yırtarak öldürmesi” sahnesinde olduğu gibi gereksiz sertlik anlarını -neyse ki sayısı fazla değil bu anların- barındırdığını da söylemek gerekiyor. King Kong’un bir sirk hayvanı gibi sergilendiği tiyatro sahnesindeki şovda hem ona yapılan bu alçaltıcı muameleyi hem de yerlilerin bu şovda kullanım şeklini eleştiren filmin kendisinin, adada geçen tüm sahnelerde yerlileri bu şekilde kullanmış olması ise elbette ciddi bir ikiyüzlülük olarak duruyor karşımızda. Gemideki karakterlerden biri olan bir genç denizcinin Conrad’ın “Heart of Drakness”ını okuması ve hatta oradan bir cümlenin diyaloglara yansıması ise sizi yanıltmasın; Jackson öyle derin konuların peşinde değil kesinlikle. Amacı kaba, eğlenceli ve büyük bir film çekmek olmuş sadece ve bunu da tam anlamı ile başarmış.

The Lovely Bones – Peter Jackson (2009)

“Anneannem kardeşimin hayatını kurtardığım için uzun ve mutlu bir hayatım olacağını söylemişti. Anneannem her zamanki gibi yanılmıştı”

Öldürülen bir genç kızın cennetten ailesini ve katilini takip etmesinin hikâyesi.

Alice Sebold’un aynı adlı romanından sinemaya uyarlanan film “The Lord of the Rings” serisi ile geniş kitlelerin gündemine giren ama benim için daha çok “Heavenly Creatures” adlı başarılı filmin yönetmeni olarak kalan Peter Jackson’ın mistik ve büyük duygular uyandırmanın peşine düşen ama bu çabasında yeterli olamayan bir çalışması. “The Lord of The Rings” serisinin bitmek bilmeyen görsel efekt ve çarpıcı karakter bombardımanının efekt kısmından epey etkilenmiş görünen bu film trajik hikâyesinin bu efektlerin altında ezilmesine engel olamamış görünüyor.

Filmin tam bir başarıya erişememiş olmasında hem trajediyi gölgede bırakan teknik şovun hem de hikâyeden/senaryodan kaynaklanan kimi eksikliklerin payı var. İkincisinden başlarsak epey söylenecek şey var bu konuda. Açılışta Camus, Woolf ve İbsen kitapları okurken görüntülenen annenin doğumdan sonra elinden düşmeyen bebek bakım kitapları ile gösterilmesinin tam olarak filmdeki yerini anlamak mümkün değil örneğin. Aynı annenin yaşanan trajediden sonra evi terketmesi ve tarım işçisi olarak çalışması da detayına inilmeyen ve bu anlamda da gereksiz görünen bir yan hikâye olmuş. Hikâyenin en ve belki de tek ilginç karakteri olan anneannenin de sıradan bir Hollywwod aile filmindeki çılgın yaşlılardan biri olarak gösterilmesi ve bunun ötesine gidilmemesini de eklemeli buna. Tüm bu örnekler aslında yeterince hatta fazlası ile uzun olan filmin sanki çok daha uzun bir süreyi hak etiğini gösteren öğeler. Bir alışveriş merkezinde kızı yemek yerken izleyen ve bakışları ve kıyafeti ile klişe bir katil tiplemesi içinde olan bir adamın uzun uzun gösterilip, sonra da katil o değildi cümlesinin genç kızın ağzından duyurulması da hikâyenin tipik anlamsız anlarından birine örnek olarak gösterilebilir.

Muhteşem ve hayranlık duyulmaması mümkün olmayan görsel efektler ise filmi bir yandan çekici kılarken diğer yandan da hikâyeyin trajedisini eziyor ve teknik yaratcılığın bu derece öne çıkarılarak gerçek bir sinemanın olmazsa olmazı olan hikâyenin ihmal edilmesi durumunda ne olacağını da bir kez daha gösteriyor seyredene. Evet kimi anlarında inanılmaz bir görsel gücü var filmin ve örneğin ağaç yapraklarının dökülerek kuşlara dönüşmesine ve yapraksız kalan ağacın çıplak görüntüsüne hayran olmamak imkânsız. Cennet tasvirlerindeki dozu epeyce kaçmış görünen muhteşem görüntüler filmin teknik yaratcılıktaki başarısını ama bu teknik başarıyı has bir sinema duygusu ile bütünleştirmekteki zayıflığını gösteriyor. Film işte bu teknik gösterisinin büyüsüne kapılınca da dedektif karakterinde olduğu gibi zayıf çizilmiş karakterlerle baş başa bırakıyor seyircisini. Görünen o ki “The Lord of The Rings” filmine nasıl baktı ise yönetmen bu filme de öyle bakmış ama bu da filmi adına doğru bir tercih olmamış. Kapanış jeneriğinin bitmek bilmeyen süresi boyunca karşımıza gelen uzun isim listesi de tüm bu tercihlerin açık bir göstergesi adeta.

Brian Eno’nun müziği ve kapanıştaki şarkının da vurguladığı gibi görüntüler filmin “new age” havasını destekliyor ve nasıl new age müziğin fazlası bir süre sonra dinleyenini mistik, derin ve anlamsız bir boşluğa itme potansiyelini taşıyorsa görüntüler de aynı etki yaratıyor seyredende. Peter Jackson’ın bu görsel boyutu yüksek ama sineması tek boyutlu kalmış görünen filminde öne çıkanlar ise genç kız rolündeki ve “Atonement” filmi ile de beğeni toplamış Saoirse Ronan ve onun katili rolündeki Stanley Tucci. Filme boyut katanlar onların oyunu ile sınırlı gibi görünüyor sonuçta. Bu gereğinden fazla şık görünen film yine de görselliği için seyre değer olabilir kimileri için. Hikâyenin yukarıda bahsettiğim kimi problemleri ve bunlara ek olarak söylenebilecek nerede ise öldürülmeyi cazip kılacak yaklaşımlı cennet sahnelerinin aşırı güzelliğindeki politik tehlike bir kenara bırakılıp görüntülerin tadına varmak mümkün elbette. Özet olarak genç kızın cennete kavuşmadan önce ara durakta olması gibi gerçeklik ve fantazyanın arasında kalmış bir film karşımızdaki.

(“Cennetimden Bakarken”)