Taken – Pierre Morel (2008)

“Kim olduğunu bilmiyorum. Ne istediğini bilmiyorum. Fidye peşindeysen, hiç param yok benim ama uzun kariyerim boyunca edindiğim çok özel yeteneklerim var. Senin gibi insanlara kâbus yaşatacak yetenekler… Kızımı bırakırsan, konu burada kapanır; seni aramam ve peşine düşmem. Ama onu bırakmazsan, peşine düşeceğim, seni bulacağım ve öldüreceğim”

Paris’e tatile giden kızını kaçıranların peşine düşen eski bir CIA ajanının hikâyesi.

Senaryosu Fransız Luc Besson ve Amerikalı Robert Mark Kamen tarafından yazılan, yönetmenliğini Fransız Pierre Morel’in üstlendiği, büyük bir kısmı Paris’te çekilen bir Fransız yapımı. Gördüğü ilgi üzerine -şimdilik- iki devam filmi çekilen ve hatta kahramanının gençliğini konu alan bir televizyon dizisinin de çekimleri süren film, başroldeki Liam Neeson’ın kötülerin tek tek hakkından geldiği bir aksiyon filmi. Dinamizmi, hızlı kurgusu -bazen fazlası ile hızlı- ve teknik başarısı ile dikkat çeken film “kutsal” öğelere (aile ve devlet) yaptığı güzellemeler ve kimi sorunlu içeriği ile de sorgulanmayı hak ediyor. Beklentiniz dur durak bilmeden ilerleyen bir ölüm makinesinin marifetlerini izlemekse, tam size göre bir film bu. Yok eğer, bir parça da olsa içerik ve derinlik beklentiniz ya da farklı bir hikâye arayışınız varsa, uzak durmanızda yarar bile olabilir.

Kızını kadın tacirlerinin elinden kurtarmak için hikâye boyunca tam otuz beş kişiyi öldürüyor eski bir CIA ajanı olan kahramanımız. Ülkesine hizmet ederken, ailesini (eşini ve kızını) ihmal etmek zorunda kalan, bu nedenle evliliği bozulmuş, şimdi yalnız yaşayan ve anladığımız kadarı ile kendisi gibi eski CIA ajanları dışında -karşı cinsten olanlar da dahil- bir arkadaşı olmayan bir kahraman bu ve kızının kaçırılması hem ailesine kendini affettirmek hem de ülkesine ve elbette dünyaya tekrar bir iyilik etmek için fırsat yaratacaktır kendisine. Besson ve Kamen imzalı senaryonun arsız bir şekilde CIA ve marifetlerini bu adam üzerinden kutsaması elbette şaşırtmıyor belki ama hayli de rahatsız ediyor/etmeli kesinlikle. Kötü adama işkence yaparken daha önce resmî görevi sırasında yaptığı işkencelere göndermede bulunması ve bunu “eğlenceli” bir diyalog eşliğinde gerçekleştirmesi oldukça önemsenmesi ve eleştirilmesi gereken bir durum. Tarihi boyunca hükümetler devirmekten suikastlere yapmadığı kötülük kalmayan bir kurumu tam da yaptığı bu türden bir kötülük üzerinden bir iyillik abidesi olarak sunmak oldukça yanlış kuşkusuz. Hikâyedeki kötülerin altı kalın çizgilerle çizili bir şekilde karşımıza getirilmesi CIA’ın kurumsal kötülüğünü örtmüyor/örtmemeli. Bununla yetinmeyen hikâyede kötü karakterlerin hemen tümü de Arnavut ve Arap; özellikle ortalama bir Amerikalı için kolayca kötü kategorisine koyulabilecek kişiler doğal olarak bunlar.

Fransız sinemacıların ruhen en Amerikalı olanlarından biri olan Luc Besson’un yukarıda dile getirilen yanlışları olan bir senaryoda imzası olması şaşırtıcı değil elbette. Neyse ki bir Amerikalı dünyanın öbür ucundan gelip Avrupa’nın göbeğindeki sorunu hallediyor ve kötüleri birer birer ve nerede ise her birini farklı yöntemlerle ortadan kaldırıyor. Filmin ilk sahnesinden başlayarak ailenin kutsallığının altını çizmesi veya adamın “önleyici (preventer)” olarak tanımladığı CIA’deki eski işi üzerinden ABD’nin dünyanın jandarmalığını yapmasını normalleştirmesi değil sadece sorunlu olan. Babanın kızının tatili ile ilgili tüm endişelerinin (paranoyalarının) birer birer gerçek çıkması babanın (konu aile değil de tüm ülke ise, devletin diye düşünebilirsiniz) sözünü dinlemenin önemini gösteriyor olsa gerek. Kızın en yakın arkadaşının hafifmeşrepliği (yakışıklı bir adamı görür görmez onunla yatmaya kafasına koyuyor örneğin) nedeni ile başına ne geleceğini elbette tahmin edebiliyorsunuz. Kısacası “muhafazakâr” bir bakışın doğruluğunu “kanıtlayan” ve farklı olanların (ötekilerin) tehlikelerine dikkat çeken bir hikâye bu ve seyrederken bunu sürekli olarak akılda tutmakta yarar var.

İlk yarım saatinde kızın kaçırılmasını, sonraki bir saatte ise babanın 96 saat içinde kızını bulmaya çalışmasını izliyoruz. 96 saatin önemi, tecrübelerin bu süre içinde bulunamazsa kızın muhtemelen asla bulunamayacağını gösteriyor olması. İşte zamana karşı yarışan baba da önüne çıkanı temizleyerek hedefine (kızını ve hikâyenin temel öğelerinden biri olarak da bakireliğini kurtarmak) doğru ilerliyor durdurulamaz bir şekilde. Hızlı kurgusu, teknik becerisi hayli yüksek sahneleri ve Bondvari kahramanlıklar ile su gibi akıp giden bir hikâyede karşımıza geliyor adamın çabası ve açıkçası içeriğe takılmazsanız soluksuz da izletiyor kendisini. Gece vakti bir inşaat alanında geçen heyecanlı sahnede olduğu gibi zaman zaman gereksiz uzamış gibi görünse de pek de önemli değil bu kusur çünkü gözünüzü görüntüden hiç ayırmamannız için ne gerekiyorsa yapmış filmin yaratıcıları. Bir Yeşilçam filminde gülerek seyrettiğimiz “bir türlü vurulamayan kahraman” veya “tek başına onlarca kötüyü temizleyen kahraman” sahneleri burada da var ama farkı çok iyi çekilmiş olmaları ve saçmalıkları algılamaya/düşünmeye fırsat bırakmamaları. Apartman içindeki kaçırma sahnesinden tüm takip sahnelerine ustaca çekilmiş bir film bu ve ne anlattığından çok nasıl anlattığına yoğunlaşarak seyredilmesi gerekiyor.

(“96 Saat”)