Old Henry – Potsy Ponciroli (2021)

“Bir adamın kim ve ne olduğunu anlamak zor olabilir; sizi aksine ikna etmek doğasında vardır çünkü”

Oğlu ile yaşayan bir çiftçinin, yaralı halde ve yanında yüklü bir para ile bulduğu adamı kendilerine teslim etmesini isteyen ve kanun adamı olduklarını iddia edenlerle yaşadıklarının hikâyesi.

Potsy Ponciroli’nin yazdığı ve yönettiği bir ABD yapımı. Western türündeki baş karakterinin kimliği ve geçmişi ile ilgili gizemin yanına, diğer karakterlerin de olduklarını iddia ettikleri kişiler olup olmadığı ile ilgili merak duygusunu ekleyerek çekici bir hava yakalayan bir yapıt bu. Kimi şiddet sahnelerinin -gereksiz- rahatsız ediciliği, bazı gerçekçilik problemleri ve senaryosundaki klişe unsurlardan zarar gören yapıt, başroldeki Tim Blake Nelson’ın güçlü performansı, John Matysiak’ın geniş plan görüntülerinin karakterlerin ve mekânın yalıtılmışlığını çok iyi yansıtması ve Billy The Kid’in “gerçek” akıbeti ile ilgili iddiası sayesinde başta westernseverlerinki olmak üzere ilgiyi hak edecek bir düzeye ulaşıyor.

İstisnalar olsa da western türünün klasikleri erkeklerin hikâyelerini anlatır genellikle. Ponciroli bu durumu daha da ileri taşıyor ve sadece erkek karakterlerden oluşan bir öykü anlatıyor bize; evet, bir kadın karakter var ama o da on yıldır ölü ve sadece mezarını görüyoruz. İşte bu “erkek” hikâyesini, Amerikan tarihinin ünlü kanun kaçağı “Billy the Kid” ile ilişkilendirerek ve 1881’de 21 yaşındayken Şerif Pat Garrett tarafından öldürülen genç adamın aslında yaşadığı ve arkadaşı olan Garrett tarafından kaçmasına izin verildiği yolundaki komplo teorilerini destekleyerek anlatıyor Ponciroli.

Bir adamın ormanda kendisini kovalayan üç atlıdan kaçışını göstererek açılıyor film; kovalayanların göğsünde kanun adamı olduklarını gösteren yıldız vardır ve yakaladıkları adamı acımasız yöntemlerle konuşturarak, para ile kaçan arkadaşının hangi yöne gittiğini öğrenirler ondan. Film buradan kendi öyküsünü kısaca anlatan çiftçi Henry karakterine geçiş yapıyor; 1906’da Oklahoma’dayız ve New York’ta doğduğunu, farklı yerlerde yaşadığını ve aralarında marjinal olanların da olduğu farklı işler yaptığını, karısının öldüğünü ve oğlu ile yaşadığını öğreniyoruz anlatımından. Yakın bir bölgede yaşayan kayınbirader dışında insanlardan uzak sürülen bu yaşamı, evlerine gelen ve sürücüsü olmayan bir at bozar. Eyer üzerindeki kan lekelerini gören Henry atın sahibini aramaya çıkar ama karşılaştığı manzara (göğsünden vurulmuş ve ağır yaralı bir adam, bir silah ve içi para dolu bir çanta) onu ikilem içine düşürecek ve sonrasında bu çiftçi ve oğlu şiddet dolu zamanlar geçirecektir.

Film Henry’nin kimliği konusundaki ilk soru işaretlerini açılış sahnelerinden başlayarak yaratıyor; adamın iz yok etme becerisi, oğlunu yöredeki diğer gençlerin aksine silahtan uzak tutmaya çalışması ve farklı yeteneklerine ve irade gücüne tanık olduğumuz sahneler onun sıradan bir çiftçi olmadığını, hem yaralı adamın (ve paranın) peşindekilere hem de bize gösteriyor. Bu gizeme bir başka boyut daha katıyor senaryo ve kaçan ile peşinden gelenlerin gerçek kimlikleri konusunda da seyirciyi bir süre merakta bırakıyor. Hikâyenin bu kozunu belki soru işaretlerini erken yaratarak ve Amerikalı olmayanlar için bir parça daha az önemli kılarak kullanıyor film ama yine de belli bir çekicilik yaratıldığı kesin bu unsur üzerinden. Filmin bir diğer kozu ise John Matysiak’ın kamera çalışması: Sinemaskopun görüntü oranı filme eski westernlerin havasını verirken, kameranın yavaş kaydırmaları ve öykünün önemli bir kısmının geçtiği evin bulunduğu toprakların ve dolayısı ile orada yaşayanların izolasyonunu yansıtan görsel tercihler yapıta biçimsel açıdan önemli bir değer katıyor. Jordan Lehning imzalı müzikler de benzer bir başarıya sahip; kameranın hareketleri ve senaryodaki gelişmelerle çok uyumlu ilerleyen ve öyküden bağımsız da değeri olan müzikler senaryonun hedeflediği gerilimi çok iyi destekliyor.

Potsy Ponciroli’nin şiddet sahneleri ile ilgili tercihleri ise tartışmalı. Şiddet üzerine olmayan bir filmin sert ve kanlı sahneleri sıkça kullanması ve “göstermekten” çekinmemesi, çoğunlukla şidddeti sömüren filmlerin başvurduğu ucuz bir yol; neyse ki Ponciroli’nin niyetinin bu olmadığı açık; bir sömürü söz konusu değil kesinlikle. Anlaşılan yönetmen başta Henry olmak üzere, tüm karakterlerin yaşamlarında -o dünyanın gereği olarak- sertliğin doğal bir unsur olmasından yola çıkarak elini hiç sakınmamayı tercih etmiş. Ne var ki bu yine de kolaya kaçan bir tercih olmuş görünüyor ve film sertliği sömürmüş değil ama, ondan yararlanmış havası çıkıyor ortaya. Filmin zayıf yönlerinden biri de baba-oğul ilişkisinin yüzeysel ve klişe görünmesi; yeni bir şey söylenmediği gibi, bu karakterlerin ikili sahneleri de alışılmış / tahmin edilen konuşmalarla dolu. Kapanış jeneriğinde Eddie Montgomery’den dinlediğimiz “My Son” adlı parçanın sözlerinin doğrudanlığı şarkının kendisine yakışıyor ama bu doğrudanlık senaryoda bir parça yüzeysel durmuş açıkçası. Baba ile oğul arasındaki ilişkinin hikâyeye asıl katkı sağlayan tarafı, “değişen dünya” üzerine olan konuşma ki aynı zamanda filmin adını da açıklıyor bize. Bu sahnede baba dünyanın değiştiğini ve artık orada kendisinin bir yeri olmadığını söylüyor bu konuşmada; önceki bir başka sahnede ise oğlanın babasını “yaşlı” olmakla suçladığına tanık oluyoruz. Bu temayı asıl güçlendiren ise, babanın kritik hatası olsa gerek; tüm o birikim ve yeteneğinin artık yetersiz kaldığını anlayan baba için trajik bir an oluyor bu ve olayların gidişini de derinden etkiliyor.

Dokuz on kişinin yakından ateş açtığı bir sahnede, hadi babanınki yeteneğine verilebilir ama oğlanın da müthiş bir hayatta kalma becerisi göstermesinin örneği olduğu kimi zorlama anları var filmin. Neyse ki filmin -neredeyse- tek mekânlı ve az sayıda karakterle anlatılmasının da sağladığı kısa hikâye tadını bozmuyor bu durum ve Ponciroli’nin mizansen becerisi de filme oldukça yardımcı oluyor bu konuda. Babanın finale doğru oğlana söylediği “Kefarete inanmıyorum ama senin gibi bir evlat yetiştiren bir adam teselli bulabilir” cümlesi ile anlatılan kefaret kavramı gibi öğelerinin de katkısı ile film bu zorlamaları unutturuyor seyirciye. Tim Blake Nelson’ın, karakterini anlamak ve yaratmak için harcadığı uzun sürenin (yaklaşık 6 ay bu konuda çalışmış oyuncu ve iki ay da senaryo üzerinde çalıştıktan sonra iki ayı da silah kullanmak, ata binmek gibi konuları da içeren fiziksel hazırlıkla geçirmiş) etkisini net bir şekilde gösterdiği güçlü oyunculuğundan da sıkı bir destek alıyor film. Oyuncu, karakterinin geçirdiği değişimi, daha doğrusu yıllar önce içine sığındığı kabuğu atarak gerçek kimliğine bürünmesini tüm hikâyeye yayan bir şekilde ve tek bir anla sınırlamadan, dolayısı ile seyirciye fark ettirmeden yaratıyor ve filmin en önemli silahlarından biri oluyor. Henry’nin oğlu rolündeki Gavin Lewis’in senaryonun kendisini fazlası ile dar bir kalıba sokması nedeni ile zorlanmış göründüğü filmde başarılı bir country şarkıcısı da olan Trace Adkins de (kayınbirader Al rolünde) işini kesinlikle çok iyi yapmış.

İyi western’ler hemen her zaman bir mülkiyet meselesi de içerir; burada para dolu bir çantanın sahipliği, daha doğrusu gerçek sahipliği ile ilgili soru işareti olarak kendisini gösteriyor bu mesele. Bu “mülk”ün kime ait olduğu, filmin “iyi ile kötü” arasındaki çizgileri birbiri içinden geçirmesi ve kimlikler / iddialar konusundaki gizemler ile birleşerek öyküye önemli bir katkı sağlıyor. Potsy Ponciroli’nin, sert sahneleri bir kenara koyarsak, hikâyenin “küçüklüğü”ne uygun yalın dilinin de takdiri hak ettiği çalışma, örneğin Jane Campion’un “The Power of the Dog” filmi gibi western türünü yenileyen ve farklı boyutlara taşıyan derinlikli bir yapıt değil ama kendi alçak gönüllü sınırları içinde, hem bu türü sevenler hem de psikolojik boyutu olan aksiyonlardan hoşlananlar için çekici olmayı başarıyor.