Soy Nero – Rafi Pitts (2016)

“Burada farklı ten renginden insanlar var. Ülkemiz için savaştılar, ülkemizde yaşadılar ve şimdi sınır dışı ediliyorlar”

Hayatının büyük kısmını geçirdiği A.B.D.’den sınır dışı edilen Meksika asıllı bir genç adamın Amerikan ordusunda askerlik yaparak Yeşil Kart almaya çalışmasının hikâyesi.

Filmde danışman olarak görev yapan Meksikalı asker Daniel Torres’in hayatından esinlenen, senaryosunu Rafi Pitts ve Razvan Radulescu’nun yazdığı ve yönetmenliğini Pitts’in üstlendiği bir Meksika, Almanya, Fransa ve A.B.D. ortak yapımı. “Yeşil Kart askerleri” olarak adlandırılan yabancı kökenli Amerikalılar Vietnam Savaşı’ndan bu yana orduda hizmet etmişler ama hikâyeleri ilk kez bu filmde anlatılmış. Pitts’in filmi Obama döneminde çekilmiş; göçmenler için durumun daha da güçleştiği ve Meksika ile sınıra bir duvar örmekten bahseden Trump döneminden önce, bir başka ifade ile söylersek. Hikâye yalın ve zaman zaman da yeterince güçlü görünmeyen bir dil ile anlatmış meselesini. Pitts’in filmi sınıf ayrılıklarını da dile getirmesi, A.B.D.’nin ikiyüzlülüğünü göstermesi ve yakaladığı gerçekçi tavır ile önemli ve özellikle ikinci yarısındaki diyaloglarda kendisini hissettiren doğaçlama havası ile bir belgeselin doğallığını da yakalıyor. Tüm bunların sinema açısından yeterince güçlü bir hikâye ile anlatılmaması filmin aleyhine olmuş ama yine de Pitts’in filmi dürüst yaklaşımı ve içtenliği ile ilgiyi hak ediyor.

İranlı yönetmen Rafi Pitts’in filmi Meksikalı Nero’nun sınırdan kaçak olarak geçmeye çalışırken yakalanmasını ve benzeri girişimlerle defalarca karşılaşmış sınır polislerinin yılgın alaycılığı ile karşılanmasını göstererek başlıyor. Filmin Amerika’da geçen ilk yarısı kahramanımızın kaçak olarak ülkede yaşayan abisinden destek almaya çalışmasını, ikinci yarısı ise adı verilmeyen bir Ortadoğu ülkesinde askerlik yaparken yaşadıklarını anlatıyor bize. Pitts filmini iki perdelik bir oyun gibi çekmiş ve bir şekilde birbirinden kopuk gibi oluşmuş bu bölümler. Hikâyenin adeta kendiliğindenmiş gibi akıp gitmesi ise hem olumlu hem olumsuz anlamda etkilemiş filmi. Filmin belgesel gerçekçiliği ve sadeliği bu kendiliğindenliğin sonucu ve bu da filme bir güç katıyor kesinlikle. Buna karşılık, hikâyenin olan bitenlerin nedenlerinden çok bunların işte öylesine olup bitivermesini göstermeyi tercih etmiş olması zaten güçlü olmayan hikâyeye zarar vermiş bir parça. İkinci yarısının tamamının hikâyenin ana temasından kopukluğunu da söylemek gerekiyor. Hiçliğin ortasında bir yerde görev yapan ve aralarında Nero’nun da bulunduğu üç askerin diyalogları ve yaşadıkları, militarizm, sınıf problemleri ve yoksulluk üzerine çok şey söylüyor ama kahramanımızla ilgili ana temanın kaybolmasına da neden oluyor tüm bu bölüm.

11 Eylül saldırılarından sonra çıkarılan ve “DREAM Act” adı verilen kanun ile Amerikan ordusunda savaşan yabancı ülke doğumlulara Yeşil Kart alma şansı verilmişti. Bu fırsattan yararlanmak isteyen Nero’nun hikâyesini anlatırken kimi sembollere başvurmuş Pitts. Tijuana sınırında geçen konuşmasız voleybol sahnesi (bir sınır oluşturan bariyerin ağ olarak kullanıldığı bir sahne bu), başta anlatılan karınca ile filin hikâyesi veya kaçak olarak ülkeye giren Nero’yu arabasına alan Amerikalı adamın rüzgâr tribünlerinin “ürettikleri enerjiden daha fazlasını tükettiklerini” söylemesi gibi bu semboller hikâyeye katkıda bulunuyor ama bir türlü onunla bütünleşemiyor veya havada kalıyor. Abinin zenginliğinin arkasındaki gerçek veya üç askerin konuşmaları üzerinden yapılan yoksulluk ve sınıf göndermeleri ise önemli ve hikâyenin odak noktasının aslında nerede olması gerektiğini söylüyor bize. Nero’nun yapmak zorunda olduğu seçimi başka nedenlerle yapan iki siyah Amerikalı’nın hikâyeleri veya Beverly Hills’teki zenginlik üzerine ilerlemeyi tercih etseydi hikâye daha etkileyici bir sonuç elde edebilirmiş filmin yaratıcıları. Bunun yerine, ne katkısı olduğunu anlamadığımız araba tamircisindeki sahne ve neden o kadar uzun tutulduğunu bilemediğimiz “zengin ev”deki bölüm çıkıyor karşımıza ve hikâyenin odağını bozuyor.

Kahramanımızın çabasının beyhudeliğini anlatan ve ırkçılığın varlığını gündeme getiren bölümleri (karakterlerden birinin adının Jesus (İsa) diğerinin Muhammed olması gereksiz bir zorlama olmuş açıkçası) ile dikkat çeken film özellikle ikinci yarısında ciddi bir estetik başarı yakalamış. Christos Karamanis’in görüntüleri çatışma sahnesinde ve sonrasındaki çölde yürüyüş bölümünde oldukça etkileyici anlar yakalamış örneğin. Johnny Ortiz’in Nero rolündeki performansı da filmin artılarından biri kesinlikle. Belki bir parça “katı” oynuyor ama bu tercihi karakterinin kişiliğine çok yakışırken, ekonomik performansı ile hikâyeye değerli bir katkı veriyor oyuncu. Hikâyenin sembolik olarak hayli önemli ve çarpıcı bir yanı da onun karakteri üzerinden şekilleniyor: Hikâyenin başında sınır polislerinden kaçmaya çalışan birisiyken, hikâyenin sonunda bir başka snırda görevli bir askere dönüşüyor ve filme sınırların anlamsızlığını işaret etme fırsatı sağlıyor bu durumu. Rhys Chatham’ın tedirgin bir blues havasına sahip olan müziğinin takdiri hak ettiği film, sonuç olarak tam bir başarı olmaktan uzak ve bunun en temel nedeni de hikâyenin özellikle gereksiz sahneler nedeni ile yeterince güçlü olmaması. Yine de ilgiyi hak eden bir çalışma bu kesinlikle.

(“I am Nero” – “Benim Adım Nero”)

Shekarchi – Rafi Pitts (2010)

“Polisle sorunu olmayan mı var?”

İntikam duygusu ile iki polisi öldüren bir adamın hikâyesi.

Fransa’da yaşayan İranlı sinemacı Rafi Pitts’den yönettiği, senaryosunu yazdığı ve baş rolünü üstlendiği bir film. Ülkesi dışında yaşamasına rağmen İran’da film çekebilen nadir isimlerden biri olan yönetmenin bu filmi bir İran ve Almanya ortak yapımı ve İran’da çekilmiş. Bir kısmı amatör olan oyuncular ile çekilen film sinemanın o “küçük ve sessiz” örneklerinden ve eski bir suçlu olan adamın hikâyesini tedirgin edici bir anlatım ile ama sesini hemen hiç yükseltmeden aktarıyor seyirciye.

Günümüz İran’ında geçen hikâye sürekli görüntüye getirdiği otoyollar, boş araziler ve hikâyenin son kısmının geçtiği orman görüntüleri ile kahramanının tek başınalığını ve geçmişinden kaynaklanan nedenlerin de katkısı ile polisle veya bir başka deyiş ile otorite ile huzursuz ilişkisini anlatmak istiyor gibi. Kahramanımızın başına gelen trajik olayın direnişçiler ile polis arasındaki bir çatışma nedeni ile meydana gelmesini de eklerseniz, hikâyenin günümüz İran’ında yaşayan bir bireyin etrafında hissettiği atmosfere gönderme olduğu da düşünülebilir. Bu bağlamda bakınca da hikâyenin hayli cüretkâr olduğunu söylemek mümkün. Adamın arabasını kullandığı hemen her sahnede İran’lı bir dini liderin Batı’ya ve özellikle ABD’ye verdiği siyasi sert mesajın arabanın açık radyosundan bize yansıyor olması da senaryonun bu yorumları yapmayı mümkün ve gerekli kıldığının göstergesi. Hobisi avcılık olan adamın hikâyenin bir bölümünden sonra kendisinin bir ava dönmesi ve peşindeki iki polisin ormanda yollarını kaybetmesi senaryonun yine politik göndermelere açık olan bölümleri ve bu filmi doğru okuyabilmek için film boyunca İran halkını, ülkenin yönetim biçimini ve dünyanın geri kalanından farklı bir yerde duran bir ülkede yaşamanın nasıl bir duygu olduğunu düşünmek gerekiyor sanki. Görüntü yönetmeni Mohammad Davudi’nin kimi zaman rahatça mükemmel olarak adlandırılabilecek görüntüleri sürekli olarak bir yalıtılmışlığın altını çiziyor ve filmin atmosferine ciddi katkıda bulunuyor.

Açılış jenerikleri boyunca görüntüde olan ve Amerikan bayrağı üzerinde yürüyen protestocuların fotoğrafı ile başlayan film bu fotoğrafın grenlerine kadar iniyor ve görüntünün içindeki gerçeği deşifre etmeye soyunuyor. Bu çabanın sonucunda ortaya çıkan ise sıradan bir sinema seyircisi için zorlayıcı olabilir çünkü hikâye bir “patlama” vaat eder göründüğü veya böyle bir patlamanın uygun göründüğü hiçbir anında buna yanaşmıyor ve uzaktan bakmaya devam ediyor. Bu tercih ise bir yandan hikâyeye kattığı objektiflik ile çekici bir yan oluştururken diğer yandan kendinizi hikâyenin içinde tutmak için çaba harcamanıza neden oluyor. Filmin en çarpıcı bölümlerini oluşturan ve ormanda “avcılar ile avları” arasında geçen tüm sahneler filmin ilk yarısından bir şekilde bağımsız gibi duruyor ve bu da bütünsel bir görüntüye engel teşkil ediyor zaman zaman. Benzer biçimde Rafi Pitts’in oyunu da bir parça gereğinden fazla duygusuz ve seyircinin hikâyeye katılımını zorlaştırıyor.

(“The Hunter” – “Avcı”)