I Am Not Your Negro – Raoul Peck (2016)

“Beyazların yapması gereken, bir zenci kavramı yaratmaya neden ihtiyaç duyduklarının vicdan muhasebesini yapmak; çünkü ben zenci değil, insanım. Beni zenci olarak görüyorsanız, zenci kavramına ihtiyaç duyuyorsunuzdur. Bunu sorgulamak beyazların boynunun borcudur… ve bu ülkenin geleceği de bu soruyu kendisine sorup sormamasına bağlı”

James Baldwin’in, cinayete kurban giden üç arkadaşının (Medgar Evers, Martin Luther King Jr. ve Malcolm X) yaşamları üzerinden ABD’yi anlatmak için başladığı ama tamamlayamadığı kitabından yola çıkan bir belgesel.

Aralarında César ve BAFTA’nın da olduğu pek çok ödüle sahip olan ve Oscar’a aday gösterilen Fransa, ABD, Almanya, Belçika ve İsviçre ortak yapımı bir belgesel. Yönetmen Raoul Peck, James Baldwin gibi güçlü bir kalemden çıkan metnin sağladığı potansiyeli çok iyi değerlendirmiş ve sonuç, eleştirisi sağlam, sinema dili çekici ve Amerika’da siyahlara yönelik ırkçılığın güçlü bir resmi olmuş. Peck’in Hollywood’un farklı örneklerinden de yararlandığı ve Baldwin’in metninin günümüzdeki karşılıklarını da sergilediği belgesel dürüstlüğü ve dilini sakınmaması ile de önem taşıyan ve herhalde Baldwin’in de görebilseydi çok mutlu olacağı bir çalışma. Baldwin’i ve düşüncelerini öne çıkaran ama asla onun gücüne yaslanmakla yetimeyen film son dönemin en başarılı ve görülmesi gerekli belgesellerinden biri.

ABD’de siyah, eşcinsel ve sosyalist olarak, en zor sıfatlara sahip olduğunu ifade etmiş bir seferinde James Baldwin. 24 yaşında ABD’yi terk ederek, Paris’e yerleşen Baldwin bir yazar ve sivil halklar aktivisti olarak bugün adı hep takdirle hatırlanan bir isim ve bize bıraktığı yapıtları, eylemleri ve söylemleri ile sadece kendi dönemini değil, günümüzün dünyasını da aydınlatmaya devam ediyor. Baldwin 1979’da tümü de cinayete kurban giden üç arkadaşının hayatlarını ve kendi gözlem ve tecrübelerini birleştirerek ABD’nin ırkçılık tarihi ve bu insanlık sorununun ülkenin geleceğini de ipotek almasını anlatmayı planladığı bir eser üzerinde çalışmaya başlamış ama 1987’deki ölümüne kadar tamamlayamamış bu eseri. “Remember This House” adını taşıyan bu eserden yola çıkan Haitili sinemacı Raoul Peck, bir anlatıcı olarak Baldwin’i Samuel L. Jackson’ı seslendirdiği filmi ile bir bakıma hem bu eseri tamamlıyor hem de edebî metnin sinemadaki çok doğru bir karşılığını üretiyor. New York’tan tanıdığı Engin Cezzar’ın daveti ile geldiği Türkiye’de 1961 – 71 arasında aralıklarla ve uzun süre yaşayan ve 6 eserini burada üreten Baldwin’i -yeterince- tanımayanlar için ayrıca önem taşıyan, arşiv çalışmasının içerik ve kurgu olarak başarısı ile de dikkat çeken bir yapıt.

Baldwin hayatını kaybettiğinde geride kalan tamamlanmamış eserlerden biriydi “Remember This House”; Peck 30 sayfalık bu yapıttan yola çıkarak çektiği belgeseli farklı bölümlere ayırmış: Giriş, Elini Taşın Altına Koymak, Kahramanlar, Şahit, Saflık ve Zenciyi Pazarlamak. Her bir bölümü temel olarak Baldwin’in metni ve bu metinle ilgili arşiv çalışmaları oluştururken, Raoul Peck’in bir leitmotif işlevi gören görüntüleri bu bölümlerin hem iç kurgusunu hem de bölümler arası bağlantıyı zarif bir şekilde inşa ediyor. Açılış jeneriğinin filmin temel meselesine uygun olarak siyah-beyaz oluşturulduğu ve bu iki rengin zıtlığını (aralarındaki “duvar”ı) öne çıkaran bir biçime sahip olduğu yapıtta pek çok ünlü isim de görüntüleri ile karşımıza çıkıyor ve bunlar arasında sinemanın ünlü isimleri de var. Peck Hollywood’un farklı örneklerinden seçtiği bölümlerde bu ünlüleri karşımıza getirirken, Baldwin’in meselesine uygun sahnelerle onun metnine de önemli bir ek boyut katıyor. Örneğin Merian C. Cooper ve Ernest B. Schoedsack’in 1933 tarihli filmleri “King Kong”un, Hollywood’un klişelerinden birini, “siyah vahşilerin eline düşen beyaz kadın”ı tüm beyaz bakış arsızlığı ile nasıl kullandığını gösteriyor. Amerikan sinemasının liberal isimlerinden Stanley Kramer’in çok beğenilen 1958 tarihli “The Defiant Ones” (Kader Bağlayınca) adlı filmindeki bir sahne ise beyaz liberaller ile siyahların aynı sahneyi nasıl farklı algıladıklarını Baldwin’e dayanarak gösteriyor bize: Birbirlerine zincirle bağlı biri beyaz biri siyah iki adamın cezaevinden kaçtıktan sonra tüm anlaşmazlıklarını ve karşılıklı önyargılarını başta zorunlu olan dayanışma ile nasıl sorguladıklarını ve sonra da aştıklarını anlatan filmin bir sahnesinde hareket halindeki bir trenin peşinde koşar iki adam; siyah olan yakalar treni ama beyaz olan siyahın tüm yardım çabasına rağmen başaramaz bunu. Siyah, beyazın düştüğünü görünce atlar trenden ve arkadaşını yalnız bırakmaz. Samul Jackson’ın başarılı anlatıcılığı üzerinden Baldwin, siyah adamın bu eyleminin beyaz liberallerin derin bir nefes alarak rahatlamasını sağladığını ama siyah Amerikalıların bu sahneyi “Trene geri bin, ahmak” tepkileri ile seyrettiğini belirtiyor.

Beyaz liberallerin problemi göremediğini ve siyahları anlayamadığını farklı örneklerle de gösteriyor film. Örneğin açılışta ünlü televizyoncu Dick Cavett’ın programında görüyoruz Baldwin’i. Cavett kendisine siyahların artık ülkede pek çok hakka sahip olduğunu ve neden hâlâ iyimser olmadıklarını soruyor. Baldwin’in cevabı, onun eserinin ve filmin ortak bakışını özetliyor bize. Beyazların hâlâ bu dili kullanmasının sorunun kendisi olduğunu ve asıl sorunun Amerika’ya ne olacağı olması gerektiğini vurguluyor. ABD’nin kaderinin siyahların kaderi ile örtüştüğüne ve ikincisinin birincisinin ne olacağını belirlediğine inanıyor Baldwin ve filmde birden fazla sahnede farklı örneklerle dile getiriyor bunu. Liberal bakışın neyi kaçırdığının bir başka örneği daha var filmde. Yine Cavett’ın programında, Yale’den liberal felsefe profesörü Paul Weiss’e kelimenin tam anlamı ile entelektüel bir ders veriyor Baldwin.

Oxford Üniversitesi’nde öğrencilere yaptığı bir konuşmada şunları söylerken görüyoruz Baldwin’i: “Eskiden yerlileri öldürürken desteklediğin Garry Cooper’ın öldürdüklerinin aslında sen olduğunu anlarsın 6, 7 yaşına geldiğinde ve hayatının şokunu yaşarsın. Doğduğun ve hayatını, kimliğini borçlu olduğun ülkenin, düzeninde senin için bir yer açmadığını anlamaksa ayrı bir şok olur senin için”. Raoul Peck’in arşiv seçimleri, başta Amerikan sinemasından olanlar olmak üzere, siyahların hayatının doğal bir parçası olan bu şokları getiriyor karşımıza. Belki de filmin önemli başarılarından biri Baldwin’in metnini günümüze doğal bir şekilde taşıyabilmesi. “Black Lives Matter” gösterilerinden ABD’de polisin ırkçı yaklaşımlarla öldürdüğü tüm siyahlara, film yazarın endişelerinin ve deneyimlerinin günümüzde de geçerliliğini koruduğunu gösteriyor. Siyahlara tanınan hakları (örneğin beyazlarla aynı okullara gidebilmeleri) protesto eden beyazlarla ilgili arşiv görüntüleri bu bağlamda ayrıca önemli; “Irkların Birlikteliği Komünizmdir” veya “Beyaz Güç” yazılı pankartları ve Nazilerin Svastika sembolünü taşıyan beyazlar bugün de Amerika’nın özellikle güney eyaletlerinde “Alt-Right” hareketi ile birlikte nerede ise sıradan hâle geldi örneğin.

“Ülkemdeki ahlaki çöküş ve kalpsizlik karşısında dehşete düşmüş durumdayım. Bu insanlar o kadar uzun süredir kendilerini kandırmış ki beni insan olarak bile görmüyorlar artık… ahlaksız canavarlara dönüşmüşler kendi içlerinde” ile sadece kendi ülkesini değil, ayrımcılığın “normalleşmiş” bir toplumsal olgu olduğu ve sosyal açıdan yozlaşmış tüm toplumları tarif eden Baldwin’e hak ettiği saygıyı gösteren bir film çekmiş Peck. Yazarın eşcinselliğinin filmin öylesine geçtiği bir konu olmasını bir eksiklik olarak dile getirenler olmuş ama pek de hak edilen bir saptama değil bu. Baldwin’in cinsel yöneliminin, dönemin aktivistleri tarafından kabul gören bir durum olmadığından da hiç bahsedilmiyor ama filmin konusu ne bir Baldwin biyografisi ne de sivil haklar hareketlerinin özellikleri; böyle olunca, Peck’in seçimi kesinlikle bir problem değil. Yazarın sosyalistliği ise “Beyazlık bir iktidar metaforudur, Chase Manhattan Bank’in bir diğer adıdır ya da” söyleminde olduğu gibi zaman zaman ifadelere sızarken, onun özellikle liberalleri hırpaladığı bölümlerde kendisini gösteriyor ve filmin asıl kapsamı düşünüldüğünde, yeterince dikkate alınmış görünüyor.

Baldwin’i Paris’ten ülkesine dönüp, “elini taşın altına sokmaya” zorlayan fotoğraf (Beyaz gençlerin, kendileri ile aynı okula giden 15 yaşındaki bir siyah genç kız olan Dorothy Counts’a öfkelendiği, onunla alay ettiğini gösteren 1957 tarihli fotoğraf. O beyaz gençlerden biri olan Woody Cooper olaydan 49 yıl sonra Counts’dan özür dilemiş.) başta olmak üzere, geçmişle ilgili görsel malzemelerin içerikleri ve kullanılış şekilleri ile de başarı olan yapıtın soundtrack’i de oldukça güçlü ve iyi seçilmiş. “Ayrımcılığın bedeli budur: Duvarın öte yanında olanı bilmezsiniz, bilmek de istemezsiniz” gibi pek çok James Baldwin sözünü seyircinin karşısına getiren film, “canlandırmalar”ın doğru biçimi (örneğin Medgar Evers’in ölüm haberinin alınması) ile de dikkat çekiyor. ABD’nin refahının arkasındaki, unutturulmak istenen”köle emeği”ni ısrarla hatırlatan ve -Baldwin’in yazdıklarından yola çıkarsak- “Yüzleşilen her şey değiştirilemez belki ama hiçbir şey de yüzleşmeden değiştirilemez” söylemine sarılmamızı isteyen önemli bir yapıt bu. Çizdiği tüm o karanlık resme rağmen, umut ve ilham vermeyi de başaran bu film mutlaka görülmeli.

(“Ben Senin Zencin Değilim”)

Le Jeune Karl Marx – Raoul Peck (2017)

“Endüstri devrimi modern zamanların kölesini yarattı. Bu köle proletaryadır ve kendini özgürleştirerek bütün insanlığı özgürleştirecektir… ve bu özgürlüğün bir adı var: Komünizm”

Karl Marx’ın Friedrich Engels ile tanışmasının ve birlikte yeni bir politik hareket başlatmalarının hikâyesi.

Bertina Henrichs ve Pierre Hodgson’ın katkı sağladığı senaryosunu Raoul Peck ve Pascal Bonitzer’in yazdığı, yönetmenliğini Peck’in yaptığı Fransa, Almanya ve Belçika ortak yapımı bir film. Başta Karl Marx olmak üzere sadece sol tarihin değil, dünya tarihinin önemli figürlerini seyircinin karşısına getiren hikâye günümüzün ekonomik ve sosyal krizlerinin ardı ardına geldiği dünyasında güçlü bir alternatifin hayalini yaratan ve güçlü kılanları anlatması ile çok önemli bir yapıt. Sinema açısından belki çok orijinal görünmüyor ve anaakım sinemanın kalıplarına sıkı sıkıya bağlı duruyor ama öykülerini karşımıza getirdiği karakterleri, “Kapital”in doğuş süreci başta olmak üzere tarihin politik açıdan çok önemli olaylarına tanık olma imkânını vermesi ve tarihî figürlerin gençlik yıllarına yakışan bir dinamizm ile anlatılması ile ilgiyi hak eden bir çalışma.

Film 1843’ün başlarında Avrupa’daki durumu ve “iki genç Alman”ın (Marx ve Engels) yola çıkış amacını hatırlatan bir bilgilendirme yazısı ile açılıyor. Buna göre, monarşilerin yönettiği Avrupa ekonomik ve toplumsal krizler içindedir ve İngiltere merkezli Sanayi Devrimi yeni bir işçi sınıfı yaratmıştır; öykünün iki kahramanı olan Marx ve Engels fikirleri ve mücadeleleri ile dünyayı ve geleceğini derinden etkileyeceklerdir. 1843’ün üzerinden bugün 177 yıl geçiş durumda ve gerçekten de Marx ve arkadaşlarının fikirleri hâlâ ilk günkü sıcaklığını koruyarak canlı kalmış durumdalar ve özellikle kapitalizmin -doğası gereği mutlak olan- her krizinde de tekrar geniş kitlelelerin tartışma konusu oluyorlar. Haitili sinemacı Raoul Peck’in çalışması içeriği açısından bakıldığında, bu fikirleri yeni ve farklı tartışmaların konusu yapma hedefi taşımıyor; hikâye “Marksizme Giriş” düzeyinden ileri geçmiyor ve gençler / konuya uzak olanlar için yazılan türdeki politik kitaplarla benzer bir konumda yer alıyor. Temel olarak, Marx’ın ve Engels’in kendi yaşamlarından ve tanık olduklarından yola çıkarak ürettikleri ideolojinin doğuşunu kahramanlarını kanlı canlı birer insan olarak karşımıza çıkararak anlatmayı seçmiş film ve bunun ötesinde bir bakışla ele alınarak haksızlık yapılmaması gerekiyor filme. Sonuçta iyi oyunculuklarla, hedeflenene çok uygun bir tempo ve içerikle anlatılmış ve kahramanlarını sevdirmeyi başaran bir film var karşımızda; pratik uygulamalarının sonuçlarından ve bu sonuçlara yol açan tüm etkenlerden bağımsız olarak, doğru ve adil olanı hedefleyen bir ideolojinin geniş kitlelere mal olmasının kahramanlarının popüler sinema kalıpları içinde anlatılması doğru ve gerekli bir adım çünkü.

Hikâye ormandan kuru ve ölü dalları toplayan yoksulların “hırsızlık”ları nedeni ile katledildiği etkileyici bir sahne ile başlıyor. Bu görüntülere eşlik eden anlatıcı sesin Marx olduğunu ve onun bu katliamı anlatan bir makalesini okuduğunu anlıyoruz bir süre sonra. Hikâye boyunca sık sık karşımıza çıkacak ama ortalama bir seyircinin (ya da bu konularda ortalama bir bilgisi olanların) çoğunlukla anlayabileceği ideolojik tartışmalardan ilkidir bu ve Marx kendisi gibi Ren Nehri Gazetesi’nde çalışan arkadaşları ile daha sert olmaları gerektiği konusunda atışmaktadır: “Elimde bir iğne ile savaşmak yetti, ben bir balyoz istiyorum”. Engels’i gördüğümüz ilk sahnede ise genç Alman varlıklı babasının tekstil fabrikalarından birinde çıkıyor karşımıza; bir iş kazası yaşanmıştır ve patron yoksul işçileri suçlarken, bu işçiler çalışma koşullarının insanlık dışı olmasından şikâyet etmektedir. Engels’in aklı ve kalbi işçilerin tarafındadır elbette: “Beyefendilerden nefret eder ve tiksinirim. Onlar işçilerin teriyle şişmanlayan domuzlardır”.

Marx’ın bugün hâlâ ilk günkü hararetle tartışılan fikirleri aslında onun entelektüel üretiminin de büyüklüğünü gösteriyor. Peck’in filmi işte bu üretimin kahramanının ateşli gençlik yıllarını Engels’i de hikâyenin ana kahramanlarından biri yaparak ve özel hayatlarını da ihmal etmeden anlatıyor. Bu bağlamda Marx’ın eşi Jenny ve Engels’in sevgilisi Mary’nin onların hayatlarındaki yeri ve daha da önemli olarak, onların üretimlerine katkıları dikkat çekecek şekilde vurgulanıyor hikâye boyunca. Bu kadınların tarihsel gerçeklere de uygun olarak, sadece yan karakterler olarak sınırlandırılmamaları ve hak ettikleri önemle anlatılmaları filmin artılarından biri. Kısa da olsa Marx ve eşinin yatak sahnesinin gereksizliği bir yana, senaryo doğru bir ton yakalamış bu alanda. İki devrimci karakterin bir kimlik kontrolü sırasında polisten kaçtıkları sahnede hikâyenin ruhuna aykırı düşmeyen; aksine, karakterlerin gençlikleri ve inançlarının daha da pekiştirdiği ateşli ruhlarına uygun bir mizahın da yakalandığı film, özetle söylemek gerekirse Marx ve Engels’i bir insan olarak da anlatmayı seçmesi ile doğru bir iş yapmış.

Proudhon, Bakhunin, Weitling, Grün gibi tarihsel önemi büyük olan gerçek karakterlerin de yer aldığı, diyalektik, materyalizm, proletarya, anarşizm, Hegelcilik gibi sözcüklerin hikâyesinin parçası olduğu film “Şimdiye kadar filozoflar dünyayı yorumladılar, oysa dünyayı değiştirmek gerekiyor” diyen Marx’ın gençlik yıllarının hikâyesini anlatırken sadece meraklısı için değil, bu konulara uzak olanlar için de ilgi uyandırmayı başaran bir çalışma. Bu ilgiyi, yukarıda belirttiğim gibi “Marksizme Giriş” olarak tanımlanabilecek bir içerikle yapıyor film ve hedefine de ulaşıyor açıkçası. Sinema dili açısından herhangi bir yenilik veya özel çekicilik yok burada ama Marksizmi ve yaratıcısını öyküsünün ana ögesi yapan bir hikâyeye rastlamak mümkün değil günümüz sinemasında ve sadece bu açıdan bile görülmesi gerekli bir yapıt bu. Hikâye ile nasıl bir ilişkisi olduğu açık olmayan Bob Dylan şarkısı “Like A Rolling Stone”un eşlik ettiği kapanışta, çeşitli direniş hareketlerinin ve politik liderlerin görüntüleri yer alırken, Lenin’in ihmal edilmiş olması ise galiba bilinçli ama çok da doğru olmayan bir seçim olmuş.

(“The Young Karl Marx” – “Genç Karl Marx”)