Grand Central – Rebecca Zlotowski (2013)

Grand Central“Bu bir savaş, doza karşı: Renksiz, kokusuz, doz her an etrafında olacak. Onu yenemezsin, kazanananı yoktur bu savaşın. Ondan asla kurtulamazsın. Savaşırsın ama kimse sana teşekkür etmez”

Eğitimsiz ve işsiz bir gencin bir nükleer santralde çalışmaya başlaması ve bir kadınla ilişkiye girmesi ile gelişen olayların hikâyesi.

Fransız sinemacı Rebecca Zlotowski’nin yönettiği ve Gaëlle Macé ve Ulysse Korolitski ile birlikte senaryosunu yazdığı bir Fransa – Avusturya ortak yapımı. Zlotowski ilk sinema filminde olduğu gibi bu ikinci filminde de yine Fransız oyuncu Léa Seydoux ile çalışmış. Hem Seydoux hem de hikâyenin asıl kahramanı rolündeki Tahar Rahim Fransız sinemasının son döneminin en başarılı oyuncuları arasında yer alıyor ve burada da ikisi de hikâyenin sosyal gerçekçi dokusuna çok uygun oyunları ile hayli başarılılar. Onlara eşlik eden deneyimli oyuncu Olivier Gourmet de küçük rolünde sıkı bir oyunculuk veriyor. Filmin işçi sınıfından görüntüye taşıdığı sahneler ve tüm o karakterler hikâyenin en çekici yanını oluşturuyor. Buna karşılık, nükleer santraldeki radyasyon gerçeği ve tehlikesinin örtbas edilmesi ve ucuz işgücünün harcanabilirliği gibi önemli bir konu ile atbaşı giden bir ikinci ana konuya, tutkulu bir -yasak- aşka da el atması hikâyenin sık sık odağını kaybetmesine neden oluyor.

Zlotowski’nin filmi farklı biçimsellik ve görsellikle anlatılan iki hikâyesi ile iki farklı filmin bir araya getirilmiş hali gibi duruyor zaman zaman. Nükleer santraldaki çalışma hayatını anlatan ve işçi sınıfının hayatından sahneleri karşımıza getiren bölümlerde film sosyal gerçekçi bir tavır ile getiriyor hikâyesini karşımıza. Bu sahnelerde oyunculuklar, diyaloglar, kamera kullanımı vs. hep bir doğallık arayışı içinde görünüyor ve bu arayışında başarıya da ulaşıyor açıkçası film. Buna karşılık aşkın ve tutkunun sahneleri görüntülerin pastoral bir hal aldığı, romantizmin ve hatta stilize bir anlatımın egemen olduğu bir biçim ve içerikteler. Bu iki ayrı tercihin kaynaşabildiği bölümler var filmde (örneğin işçilerin bir şarkı eşliğinde eğlendiği bölüm), ama çoğunlukla birbirlerinden ayrı duruyor bu iki hikâye. Örneğin yönetmenin kimi sahnelerde yavaşlatılmış görüntülere başvurması ve özellikle bu bölümde filmin Robin Coudert imzalı müziğinin takındığı hava, nükleer santral içindeki bölümlerle tam zıt bir yönde ilerliyor.

Filmin dış sahneleri Fransa’da, nükleer santral içindeki sahneler ise Avusturya’da inşa edilen ama hiç faaliyete geçirilmeyen bir nükleer santralde çekilmiş. 1978’de yapılan bir referandumla faaliyete geçmesi halk tarafından ret edilen bu santralden sonra elektrik üretme amaçlı bir santral kurulmasını yasaklayan bir kanun da çıkarılmış ülkede. Darısı nükleer santrallerin ahlâksızca reklâmının yapıldığı Türkiye’nin başına diyelim! Filmimiz doğrudan nükleer karşıtı bir mesaj vermenin peşine düşmüyor ama santralde “radyosyondan arındırma” işinde çalışan karakterin yaşadıkları, çalışma koşulları üzerinden epey şey söylüyor veya daha doğrusu ima ediyor. Bu özel bir eğitim veya tecrübe gerektirmeyen işte çalışanların tümü yoksul ve işlerini kaybetmemek için maruz kaldıkları radyasyonu ölçüm değerleri ile oynayarak düşük gösterecek kadar da umutsuz durumdalar. İşverenlerin özel bir gizleme çabası yok ama gerek kimi problemlere göz yummaları gerekse iş görüşmesindeki tavırları bu umutsuz insanların pek de umurlarında olmadığını gösteriyor bize. Filmin nükleer konusunda asıl etkileyici olan tercihi ise işçilerin çalışma sahnelerinde gizli daha çok: Tedirginlik içinde ve rahatsız edici kıyafetlerle yapılan işler hep bir “doğaya aykırılığa” işaret ediyor; ne kadar tedbir alınırsa alınsın gerçekleşmesi kaçınılmaz görünen riskler kendisini sürekli hissettiriyor ve bir sahnede de tanık olduğumuz gibi bu işçilerin radyasyona maruz kalmaları basit bir hata sonucu her an gerçekleşebilecek olan bir olay.

Filmin dikkat çeken başarılarından biri herhangi bir oyuna, zorlamaya gerek duymadan dozunda bir duygusallık elde edebilmesi ve bunda iki baş oyuncusunun da (Rahim ve Seydoux) ciddi payı var. Gerçekçilik ile romantizmin yeterince kaynaşmış görünmediği anlarda bile her iki tarza da rahatça uyum gösteren oyunları ile karakterlerini sahici kılmayı başarıyorlar. Filmi ilgiye değer kılan bir yanı ise karakterlerinin halktan kişiler olması. Yoksul, hayat ile ilgili endişeleri olan ve içinde bulundukları sosyal ve ekonomik düzende sömürülmeye açık (bunu bilen ama bir çıkış noktası da bulamayan) karakterler bunlar ve sinemanın seyircisini “güzel” görüntülerle oyalayarak unutturmaya çalıştığı katı ve rahatsız edici gerçeklerin de sembolleri. Tükettiği elektriğin büyük bir kısmını nükleerden elde eden Fransa’nın sinemasından gelmesininin de sonucu olarak belki de, nükleer karşıtlığından uzak duruyor görünmesi bir yana, film karakterlerinin “sıradan” olması ile ilgiyi hak ediyor kesinlikle.

(“Nükleer Santral”)