Hoşçakal Yarın – Reis Çelik (1998)

“Merak etme! O büyük ateşi bir gün hep beraber yakacağız”

Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın yakalanmaları, yargılanmaları ve idamlarını anlatan bir hikâye.

Reis Çelik’ten Türkiye tarihinin en can acıtıcı hikâyelerinden birini anlatmaya soyunan bir film. Çok bilinen, çok konuşulan ve çok tartışılan bir hikâyenin sinemaya uyarlanması başlı başına ciddi bir risk ve bu denli politik bir konuda hangi tarafta yer alınırsa alınsın, filmden rahatsız olmaya hazır insanlar her zaman olacaktır. İdealleri uğruna mücadele eden üç gence kendisini yakın hissedenlerde ideallerindeki hikâyeyi görememenin yaratacağı hayal kırıklığının, karşı tarafta yer alanlarda ise mesajların yaratacağı bir tepkinin doğma ihtimali hayli yüksek kuşkusuz. Ne var ki film ne kadar iyi niyetle gerçekleştirilmiş olursa olsun, sadece sinemasal açıdan bakıldığında bile hayal kırıklığından öteye geçemiyor.

Reis Çelik’in filminin iki temel sıkıntısı var: Senaryo ve oyunculuklar. Bunlara bir de yönetmenin mizansen anlayışının hemen hiç orijinal bir unsur içermemesini ekleyince filmden sinemasal bir tat almak mümkün değil. Senaryodaki temel sorun, bunca bilinen bir hikâyeyi adeta bir kitabı bölüm bölüm sinemaya aktarmak isetermişcesine oluşturulmuş olması. Üç gencin avukatlığını yapan Halit Çelenk’in danışmanlığından yararlanılmış olsa da senaryo Reis Çelik’in imzasını taşıyor ve Çelik senaryosunda belki konunun büyüklüğünün altında kalmış ve hikâyeye sinemasal dokunuşlar getirmekten çekinmiş ama, ortaya çıkan nerede ise “resmi tarih” söylemlerinin bir benzeri olmuş sadece. Oyunculukların biri hariç hepsi için dökülüyor demek en doğru özet olur sanırım. Hüseyin İnan’ı canlandıran Bülent Çolak filmin tüm kadrosundan çok farklı bir yerde duruyor ve karakterinin inanç dolu öfkesini inandırıcı kılıyor. Diğer tüm oyunculuklar ise abartılı mimikler, zaman zaman sessiz sinema dönemindeki Alman dışavurumcu filmlerindeki karakterlere benzeyen ama bu filme hiç yakışmayan abartılı rol kesmeler ve açıkça kötü oynamalar ile seyredeni epey rahatsız edecek bir düzeyde. Deniz Gezmiş’i oynayan Berhan Şimşek ne fiziği, ne yaşı ne de vurgulu (didaktik oyunculuk diye bir tanım varsa eğer, tam da o) oyunu ile inandırıcılığın yanından geçebiliyor. Sıkıyönetim mahkemesinin başkanı Ali Elverdi’yi canlandıran Tuncel Kurtiz ise görmeden inanması mümkün olmayan bir garip oyunculuk gösterisi yapıyor. Tüm o mimikler ve ses tonu bu filmde değil ancak karakterlerin karikatürize edildiği ve bunun bilinçli olarak yapıldığı bir filmde buluncak türden. Savcı rolündeki tiyatrocu Mümtaz Sevinç’in de bu abartıya katıldığı düşünülürse, oyunculukların bu düzeyde seyretmesinin iki açıklaması olabilir; yönetmenin yönlendirmesi veya oyuncuların hikâyenin önemine kendilerini fazlası ile kaptırmış olmaları. Askerlerin hiç konuşmadan başları ile selamlaştıkları sahnenin absürt halini düşününce bu nedenlerden birincisi öne çıkıyor açıkçası.

Arada kimi gerçek görüntülere de yer veren film becerilememiş çatışma sahneleri, ıskalanmış bir devimci romantizmi ve mücadeleci ruhu ile özetle ne gerekli duygu yoğunluğunu ne de siyasi içeriğini güçlü bir biçimde karşımıza getirebiliyor. Filmin tek bir sahnesi var ki keşke Reis Çelik filminin tümünü aynı görsellik ile yaratabilseymiş dedirtiyor. Açlık grevi yapmakta olan müvekkillerini görüşmek için bekleyen avukatın adeta bir kafes içinde umutsuzca ve sıkışmışlık duygusu ile boğularak beklemesi görsel gücü hayli yüksek ve tüm o didaktik konuşmalardan ve büyük mimiklerle örülü oyunculuklardan çok daha fazla şey söylüyor. Devlet eli ile işlenmiş bu üç cinayetin öyküsü belki bir gün sinemada hak ettiği karşılığı bulur ama o zamana kadar ve özellikle bugünlerde her muhalefet edenin terörist olarak yaftalandığı ve cezaevlerinde açlık grevi yapanların olduğu bir ülkede yaşadığımız düşünülürse, bu niyeti iyi film yine de ilgiyi hak ediyor.