Plein Soleil – René Clément (1960)

“Başkalarınınkini harcayabiliyorsan, neden kendi paran olmasını umursayasın ki?”

Zengin bir Amerikalı ailenin çocuğu olan ve Avrupa’da parasını har vurup harman savuran bir adamı bulup eve geri götürmek için görevlendirilen genç bir adamın onunla arkadaşlık kurup, parçası olduğu hayata özenmesi ile yaşananların hikâyesi.

ABD’li yazar Patricia Highsmith’in 1955’de yayımlanan “The Talented Mr. Ripley“ (Becerikli Bay Ripley) adlı romanından uyarlanan senaryosunu René Clément ve Paul Gégauff’un yazdığı, Clément’in yönettiği bir Fransa ve İtalya ortak yapımı. Highsmith’in daha sonra dört ayrı macerasını daha yazdığı ve sadece edebiyatın polisiye türünün değil, sinemanın da en ünlü “anti-kahraman”larından biri olan Tom Ripley’in sinema seyircisinin karşısına ilk kez çıktığı (1956’da bir televizyon uyarlaması var) bu film İtalya’nın çekici görüntüleri üzerine anlatılan ilginç bir çalışma. Kariyerinin başlarındaki Alain Delon’un, olağanüstü yakışıklılığını karakterinin dayanılmaz karizması ile çekici bir biçimde birleştirerek gözlerinizi üzerinden alamayacağınız bir profil çizdiği ve Ripley’in ruhunu çok iyi sergilediği filmin, senaryosunun romandan uzaklaşması ve özellikle -kesinlikle yanlış olan- eleştiriye açık final tercihi gibi problemleri var ama ne olursa olsun, kesinlikle görülmesi gerekli bir klasik bu. Martin Scorsese ve yapıtı en sevdiği 100 film arasında gösteren Akira Kurosawa gibi hayranları da olan yapıt, aynı romanın 1999 tarihli uyarlamasının şıklığına karşılık daha ham ve bu nedenle daha gerçek bir görünüme sahip ve Ripley’in ilk sinema macerası olarak da ayrıca bir önem taşıyor.

Patricia Highsmith, polisiye türüne armağan ettiği ölümsüz karakteri Ripley’in maceralarını toplam beş ayrı romanda anlattı ve bunların ilki olan “The Talented Mr. Ripley“ 1955’te, sonuncusu olan “Ripley Under Water” (Ripley Su Altında) ise 1991’de çıktı okuyucunun karşısına. Gerek Ripley’in maceralarının gerekse yazarın diğer pek çok roman ve öyküsünün sinema, televizyon, radyo ve tiyatroda da hayat bulması Patricia Highsmith’in bir edebiyatçı olarak başarısının ve popülerliğinin en sağlam kanıtları olsa gerek. Ripley ile ilk kez tanışmamızı sağlayan ve René Clément’in filmine de ilham olan “The Talented Mr. Ripley“ romanı görsel sanatlara ilk kez 1956’da uyarlanmış: ABD’de CBS televizyonunda 1948 – 1958 arasında yayınlanan “Studio One” adlı ve farklı hikâyelerden oluşan bir antoloji niteliği taşıyan dizinin Franklin J. Schaffner’ın yönettiği, Ocak 1956 tarihli bölümünde televizyon seyircisi ilk kez tanımış bu karakteri. Ripley’i Keefe Brasselle’in canlandırdığı, 1 saatlik bu filmden sonra, radyo ve tiyatro uyarlamaları dışında; televizyonda 1, sinemada ise toplam 4 filmin daha kaynağı olmuş roman: Steven Zaillian’ın yönettiği, başrolünde Andrew Scott’ın oynadığı ve Netflix’te gösterilen 2023 tarihli “Ripley” dizisi; Anthony Minghella’nın yönettiği, Ripley’e Matt Damon’ın hayat verdiği, 1999 tarihli “The Talented Mr. Ripley“; Tommy Wiseau’nun 2003’te çektiği ve sinema tarihinin en kötü filmlerinden olduğu üzerinde hem seyircinin hem eleştirmenlerin uzlaştığı, romandan hayli serbest bir biçimde uyarlanan “The Room”; Jeeva Shankar’ın Minghella’nın filminden 2012’de uyarladığı, Hindistan yapımı ve adı Karthik olan Ripley’i Vijay Antony’nin canlandırdığı “Naan”. Bunların dışında, aralarında Dennis Hopper ve John Malkovich’in de olduğu farklı oyuncular canlandırdı edebiyatın (ve sinemanın) bu karizmatik kötü karakterini; onu yaratan Patricia Highsmith’in favorisi ise, -görme şansı buldukları içinde-, Alain Delon ve Britanya televizyonlarında yayınlanan “The South Bank Show” adlı programın Kasım 1982 tarihli ve “Patrica Highsmith: A Gift for Murder” adlı bölümünde seyircinin karşısına Ripley olarak çıkan Jonathan Kent olmuş. Yazar bu oyuncuların ilkinin performansı için “mükemmel”, ikincisininki içinse “kusursuz” sıfatlarını kullanmış.

Highsmith’in “hoş tavırlı, tatlı dilli ve tamamen ahlaksız” olarak tanımladığı; zeki, gerekli olmadığı sürece cinayetten hoşlanmayan ama gerektiğinde de tereddütsüz işleyen, narsist ve romanlarda açık bir şekilde ifade edilmese de, eşcinsel/biseksüel bir karakter Ripley. Onun ilk sinema macerası İtalya’da geçiyor; Ripley (Alain Delon), zengin bir Amerikalı işadamı tarafından, İtalya’da babasının servetini rahatça harcayan, nişanlı ama çapkınlıktan geri durmayan ve çalışmaya niyetli olmayan Philippe’i (Maurice Ronet) bulup, onu ABD’ye dönmeye ikna etmekle görevlendirilmiştir. Ripley, Philippe ve nişanlısı Marge (Marie Laforêt) ile arkadaş olmuştur ve gerçekleştirebilirse para alacağı planı için çalışırken, diğer taraftan içine girdiği hayattan da hoşlanmaya başlamıştır; Phillipe olmaya öykündüğü bu hayat tehlikeye girdiğinde ise Ripley “yapması gereken”i yapar…

Highsmith’in romanının adının Türkçe karşılığı “Yetenekli Bay Ripley”, René Clément’in filminin Fransızca adı ise güneşin en parlak, kızgın hâlini ifade ediyor. Filmin Türkçe adını da belirleyen bu ismin seçilme nedeni öykünün İtalya’nın parlak güneşli mekânlarında geçmesi, Delon’un yüzünde ve bedeninde güneşin neden olduğu ter damlalarına sıkça tanık olmamız ve onu kritik eylemine taşıyan sahnelerden birinde de denizde sürüklenen filikada güneşin bedenini yakması olsa gerek; Highsmith’in, başkarakteri ve yeteneklerini işaret eden doğrudan isminin yerine, Fransızlar bu karakterin eyleminin gerçekleştiği kızgın sıcaklığa işaret eden, daha sanatsal bir ad seçmişler. Yapıtın ABD için belirlenen isminin “Purple Noon” olması ise ilginç bir seçim ve kesin nedeni bilinmiyor ama biri bilimsel, biri sanatsal iki açıklama öne sürülmüş bugüne kadar. Güneşin yüzey sıcaklığı ne kadar yükselirse, ışığın maksimum dalga boyu da o kadar kısalır ve “purple” (mor) dalga boyu en kısa olan renk; dolayısı ile hayli bilimsel bir açıklama ile güneşin en parlak, kızgın ânı kastedilmiş olabilir. Bir diğer açıklama ise sanatsal: edebiyattaki romantizm akımının en önemli şairlerinden biri olan İngiliz Shelley’nin 1818’de yazdığı “Stanzas Written in Dejection, near Naples” isimli şiirdeki “Purple noon” ifadesinden esinlenilmiş olması. 1822’de ve 29 yaşındayken bir deniz kazasında hayatını kaybeden ozanın, karanlık ve mutsuz ruh hâlinin kızgın bir güneş ve açık bir gökyüzünün aydınlığı ile çatışmasını anlattığı bu şiir, filmin kahramanının sürekli güneşli ve bulutsuz, masmavi bir gökyüzü altında karanlık ruhunu ortaya koyan eylemlerini sergilemesi ile uyumlu gerçekten de. Shelley’in bu şiiri, ateistliğinin ve politik görüşlerinin aldığı tepki yüzünden gönüllü olarak sürgüne gittiği İtalya’nın Napoli şehrinde yazdığını ve filmin öyküsünün önemli bir kısmının da Napoli’de geçtiğini düşününce bu ihtimal daha da güçleniyor şüphesiz.

Bugün en çok Federico Fellini’nin yapıtları için hazırladığı müziklerle hatırlanan İtalyan besteci Nino Rota’nın (jenerikte soyadı yanlışlıkla Rotta olarak yazılmış) öykünün ruhunu yakalayan ve zaman zaman gerilim duygusunu bize de geçiren melodilerinin eşlik ettiği ve Maurice Binder’in imzasını taşıyan açılış jeneriği ile başlıyor film. 16 James Bond filminin jeneriklerini hazırlayan ve ilk Bond filmi olan “Dr. No” (Doktor No) için hazırladığı ve kesinlikle sinemanın klasikleri arasına gören silah namlulu sekansı tasarlayan Maurice Binder’ın tam da 1960’ların havasını taşıyan yalın ve renkli, animasyonlu jeneriği İtalya’nın şık fotoğraflarına ve ardından da fiziksel güzelliğinin zirvesindeki Alain Delon’a bağlanıyor. Jenerik biterken bir Roma karpostalının arkasında filmin yapımcılarının adı yazıyor ve öykü başlarken de Delon’un bir Roma kartpostalının arkasına imzaya benzeyen bir şeyler karaladığını görüyoruz; yönetmen bu geçiş ile, seyrettiğimizin bir film olduğunu aklımızda tutmamızı istemiş gibi görünüyor sanki. Açılış sahnesinde Tom Ripley’i, Philippe’i ve onun Tom’dan pek hoşlanmayan arkadaşı Freddy’i (Billy Kearns) tanıyoruz. Ripley ile ilgili açık bir biçimde bizde kuşku uyandıran ilk eylem ise, Philippe ile birlikte bir atlı arabada eğlendikleri ve oynaştıkları bir kadının küpelerinin sahnenin bitiminde onun ellerinde görmemiz oluyor; bu küpeler öykünün ilerleyen bölümlerinde Ripley’in bir oyununun da önemli bir parçası olacaktır.

Yeni Dalga akımının temsilcisi olan sinemacıların eleştirdiği klasik Fransız sinemasının isimlerinden biriydi René Clément ve örneğin François Truffaut onun bu filmi için şöyle yazmış: “Highsmith’in romanını okumayanlar, Clément’in filmini başarılı ve eğlenceli bulacaklar ama kitabı uyarlamasından farklı kılan kurnazlık, zekâ ve en önemlisi de, duyarlığı kaçıracaklardır. Yönetmenin bir başyapıtı kabaca işlediğinin farkında bile olmayacaklardır”. Bir yandan doğru, bir yandan da haksız bir eleştiri bu. Örneğin kitabı en çekici kılan yanlarından biri Ripley’in kurnazlığı ve oyun oynama yeteneğiydi; filmde bunun seyirciye yeterince vurucu bir şekilde geçtiğini söylemek zor, her ne kadar yapıtın sunduğu yine de ilgi çekici olsa da. Dolayısı ile Truffaut filmi kitabın seviyesinin altında kaldığı için eleştirmekte haklı görünüyor. Bunun yanında filmin asıl kusurlarından biri öykünün finali ki Highsmith’i de rahatsız etmiş bu seçim. Roman bir korkuyu, belki de hep sürecek bir paranoyayı işareret ederek biterken, kahramanın yine de oyununu sürdürdüğünü gösterir bize; film ise -belki dönemin koşullarının sonucu olarak- ahlakî bir sona bağlanıyor (ya da en azından seyircinin böyle düşünmesine olanak veriyor). Filmin kitaptan ayrı düşmeyi seçtiği bir başka konu ise Ripley’in cinsel yönelimi ile ilgili; roman da bu konuda net bir ifade kullanmaz ama Ripley’in gay/biseksüel eğilimi olduğu konusunda emin onun maceralarını inceleyen eleştirmenler. Ripley kitap olarak ilk macerası olan “The Talented Mr. Ripley”de, Philippe’in nişanlısı Marge hakkında pek de olumlu düşünceler içinde değildir; filmde ise kadını yine oyunlarının kurbanı yapıyor ama öte yandan, Philippe’in yerini almanın bir parçası olsa da, ona heteroseksüel bir eğilimle yaklaştığı da açık. Yine de bu eleştiriye karşı bir argüman olarak, filmin -belki yine dönemin koşullarının sonucu olarak ve Delon’un nüanslı performansına da yansıyan bir şekilde- kahramanın cinselliği hakkında kesin bir çizgi çekmediğini de söylemek mümkün kesinlikle.

Çekimleri Roma ve Napoli’de gerçekleştirilen film, bütün olarak bakıldığında da kesinlikle çekici olsa da, bazı anları ile seyirciyi çok daha fazla etkiliyor. Örneğin öyküdeki ilk cinayet, romanı okuyanlar ne olacağını biliyor olsa da ve kurgu gelmekte olanı işaret etse de, seyircide beklenmeyen bir olayla karşılaşmanın tedirgin ediciliği duygusunu yakalıyor başarı ile. Bu ilk cinayet sahnesi, karakterlerin sohbetinden başlayarak cesetten kurtulmaya kadar çok başarılı bir sinema diline sahip. Sert rüzgâr, dalgalar, katilin teknenin dümeni ve yelkenleri ile boğuşması, cesedin üzerinin örtülmesi vs. şıklıktan uzak duran (Minghella’nın versiyonunun tam aksine) ve kamerayı oraya sanki son anda ve plansız bir şekilde yerleştirmiş gibi kullanarak, ham ve sert bir gerçeklik duygusu yaratılan bir şekilde ve oldukça etkileyici bir sonuç elde edilerek anlatılıyor. Bu duygunun bir benzeri ikinci cinayet bölümünde de tekrarlanıyor ve film adına önemli bir başarı oluyor tartışmasız bir şekilde. Bu arada katilin ilk cinayetten sonra bir meyveyi, ikinciden sonra ise bir tavuğu adeta şehvetle yemesi psikologların yorumlaması gereken bir durum!

Delon’un bir balık pazarında geçen uzun sahnesinde kameraya bakanların dikkat çektiği (!) filmin oyuncu kadrosunun tümü klasik sinemanın sağlam oyunculuklarını sergiliyorlar ama öne çıkan, rolünün de gereği olarak, Alain Delon oluyor. Sinema tarihinin en yakışıklı oyuncularından biriydi bu yıl hayatını kaybeden Delon; burada, yüzünü yakın planlarla ve tüm görüntüyü kaplayacak şekilde kullandığı anlarda veya filmin afişinde çizim olarak kullanılan klasikleşen pozunu (teknenin dümeninde ve bedeninin üst kısmı çıplak olarak oturduğu görüntü) görüntülerken, onun büyüsünden bolca yararlanıyor film. Karakterin ruhsal karanlığını ve kötücül eylemlerini fiziksel çekiciliği bu denli yüksek bir oyuncu ile anlatmak kesinlikle çok doğru bir sonuç olmuş; çünkü bu zıtlık seyrettiğimiz olayların tedirgin etme gücünü daha da artırıyor. Delon da kesinlikle alkışı hak eden bir şekilde girmiş Ripley’in bedenine ve ruhuna. Maurice Ronet’nin de başarılı kadronun içinde öne çıktığını söylememiz gereken filmin iki sürpriz oyuncusu da var: Yönetmen Clément çok kısa sahnesinde, bir sakar garsonu oynarken; peş peşe oynadığı üç “Sisi” filmi (Avusturya İmparatoriçesi Elisabeth’in hayatını anlatan filmler) ile o dönemde çoktan yıldız statüsüne erişen ve çekimler sırasında Delon’la sevgili olan Romy Schneider açılış sahnesinde Freddy’nin yanındaki iki kadından biri olarak çıkıyor karşımıza.

On altıncı yüzyılın ünlü ressam, mimar, sanat tarihçisi ve biyografi yazarı İtalyan Giorgio Vasari’nin “nadir bulunan ve kusursuz bir yetenek” olarak tanımladığı İtalyan ressam Fra Angelico’nun eserlerinin öyküde atlanmaması gereken bir yeri var. Marge’ın onun üzerine yazmaya çalıştığı esere ve kadının çabasına nişanlısı Philippe’in yaklaşımı ve denizin ortasındaki teknede bu eserin müsveddelerinin başına gelenler öykünün bazı gelişmelerinin önünü açıyor ve üç ana karakteri daha iyi tanımamıza da yardımcı oluyor. Ripley’in de kendi alanında “nadir bulunan ve kusursuz bir yetenek” olduğunu hatırlayınca, Patricia Highsmith’in Fra Angelico seçimi daha da anlam kazanıyor. Öykünün bir şekilde bir sınıf meselesi anlattığını da söylemek gerek. Ripley’in, Philippe’in babasının kendisini oğlu ile arkadaş olmayı hak edecek kadar elit bulmadığını söylemesi; maddi durum açısından Ripley’in, zengin babasının parasını yiyen ve çalışmaya hiç niyeti olmayan Philippe’in çok gerisinde olması ve kahramanımızın “sınıf atlamanın” çaresi olarak Philippe’in yerine geçmeye çalışması bu sınıf meselesini öykünün parçası yapıyor.

Gerilimini hemen hep diri ve ilginç tutan, gözünüzü Ripley’in (ve Delon’un) üzerinden ayırmamanızı garanti eden filmin Henri Decaë imzalı görüntüleri de hayli başarılı ve filmin Fransızca adına gönderme yaparak söylersek, “kızgın güneş”i, mavi ve açık gökyüzünü ve denizi yoğun ve parlak renklerle karşımıza getirirken “şık ama karanlık” bir atmosfer yaratılmasına yardımcı oluyor. Bu kadar karanlık bir hikâyeyi bu denli aydınlık görüntülerle anlatmak ve bu kontrastı bir avantaja dönüştürmenin çok fazla örneği yoktur sinema tarihinde. Gösterime girdiğinde René Clément için “Fransa’nın Alfred Hitchcock’u” nitelemesinin yapılmasına yol açan film, klasik Fransız sinemasının parlak örneklerinden biri ve kesinlikle görülmesi gereken bir çalışma. Hitchcock’un da, editörlüğünü yaptığı ve gerilim öyküleri derlemesi olan dört ayrı kitapta Patricia Highsmith’in öykülerine yer verdiğini ve onun 1950 tarihli “Strangers on a Train” adlı romanını, yayımlanmasının hemen ardından ve aynı isimle beyazperdeye uyarladığını, sonucun ise bir başyapıt olduğunu da ekleyelim son olarak.

(“Purple Noon” – “Kızgın Güneş”)

Jeux Interdits – René Clément (1952)

“Gömebilmemiz için ölmüş olmaları lâzım”

Anne ve babası İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanların hava saldırısında ölen Parisli küçük bir kız ile yanına sığındığı yoksul bir köylü ailenin küçük erkek çocuğunun dostluklarının hikâyesi.

François Boyer’in ilk adı “Les Jeux Inconnus” olan romanından uyarlanan ve yönetmenliğini René Clément’ın üstlendiği bir Fransız yapımı. Boyer önce senaryoyu yazmış ama yapımcı bulamayınca romana dönüştürmüş eserini. İlk yayımlandığında kendi ülkesi Fransa’dan çok ABD’de ilgi gören roman daha sonra tekrar senaryoya dönüştürülmüş Boyer’e eşlik eden Jean Aurenche, Pierre Bost ve René Clément’ın katkıları ile. İki çocuğun savaş ortamındaki dostluğunu anlatan ve yetişkinlerin pis bir oyunu olan bu savaşın karşısına onların masum oyunlarını koyan film bugün sinema tarihinin en önemli klasiklerinden biri olarak kabul edilen çok önemli bir çalışma. Mesaj kaygısından ve didaktik bir yaklaşımdan kesinlikle uzak duran film iki zıt dünyayı karşımıza getirirken doğallık ve gerçekçilik duygusunu hiç yitirmiyor. Çocuk karakterleri canlandıran ve her ikisi de ilk kez bir sinema filminde rol alan Georges Poujouly ve özellikle Brigitte Fossey’in performanslarının damgasını vurduğu film sade sinema dili ve hikâyeye ustalıkla yerleştirilmiş -ve yaşamın devam ettiğini gösteren- küçük mizah anları ile de dikkat çeken bir eser ve her sinemasever tarafından mutlaka görülmeyi hak ediyor.

Venedik Film Festivali’nde jüri büyük ödül olan Altın Aslan’ı verirken filmin “ifade gücünü” ve “savaşın trajedisi ve kederi içindeki çocukluğun masumiyetini” dile getirme becerisini övmüş. Gerçekten de çok doğru bir gerekçe ve filmin başarısını özetlemek için de etkileyici bir ifade bu. Açılış sahnesinde Alman uçaklarının bombaladığı ve sivillerden oluşan kafilenin trajedisini yüksek bir etki gücü ile sergileyen film bu bölüm dışında doğrudan savaşın kendisini getirmiyor hiç karşımıza. Arada birkaç kez düşen bomba seslerini duyuyoruz ama bunlar iki çocuğun yaşadığı dünyayı hiçbir zaman doğrudan ve uzun süreli olarak etkilemiyor. Film onların büyük bir trajedinin yaşandığı çevrelerinde kendilerine yarattıkları özel dünyaları içinde yaşamalarını ve sıkı bir bağlılıkla örülü dostluklarını anlatıyor bize ve adeta bir “aşk”ın oluşumunu seriyor önümüze. Oscar’a aday gösterilen senaryonun önemli başarılarından biri, çocukların yarattığı dünyanın da aslında ölüm kavramı etrafında şekillenmesine rağmen, onu tüm o masumiyeti ve doğallığı yitirmeden anlatabilmesi bize. 1940 yılının Haziran ayında, Almanların en güçlü olduğu bir dönemde geçen hikâyenin hem savaşın içinde hem de bu denli dışında anlatılabilmesini de bir diğer başarı olarak eklemek gerek. Bir gazete parçasından okunan bir savaş haberi, küçük kızı evlerine alan ailenin komşusunun savaşı kaybetmekte olan Fransız ordusundan kaçarak evine dönen oğlu ve kızın oradaki varlığının tek nedeninin kurbanlarından biri olduğu savaş olması gibi unsurlar hep doğrudan savaşı işaret ediyor elbette ama senaryo bunu asla öne çıkarmıyor ve hayatın “doğal” akışını anlatıyor asıl olarak. Öyle ki evde yaşanan bir ölüm vakası da aynı doğallığın bir parçası olarak gösteriliyor sadece.

Bestecisi bilinmeyen ve filmde ünlü İspanyol müzisyen Narciso Yepes’in versiyonu ile dinlediğimiz “Romance” adlı eserin hikâyeye eşlik ettiği filmin kalabalık figüranlı açılış sahnesi etkileyici bir savaş, daha doğrusu savaştan kaçan siviller sahnesi anlatıyor. Yürüyerek, motorlu araçlarla, bisikletlerle veya at arabaları ile yola çıkan yüzlerce insanın uğradığı hava saldırısı sırasında yaşananlar ve bu sahnenin sonunda küçük kızın ölen köpeğinin peşinden gidişi bir bakıma filmin atmosferinin de özeti oluyor. Bir yanda dehşetli bir trajedi, diğer yanda ise çocukların temsil ettiği hayat ve umut var. Tam da bu nedenle, küçük kız ölüsünün peşinden gittiği köpeği için döktüğü göz yaşını, bir yenisini alabilme olasılığı karşısında silebiliyor hemen. Evet, ölüm sürekli odağında hikâyenin. Baştaki bombardımanda ölenlerden köy evinde yaşanan ölüme, cenaze törenine ve çocukların yarattığı mezarlığa kadar ölüm tüm anlarında var hikâyenin. Benzer şekilde din de kendisini sık sık gösteriyor. Paris’ten gelen kızın dinle hemen hiç ilgisi olmamışken (“İsa kim?” sorusu), köydekiler dinle iç içe bir hayat yaşıyorlar ve köyün rahibi de ara bulmaktan günah çıkarmaya hayatlarının her an içinde olan önemli bir öge olarak yer alıyor. İki çocuğun köydeki tüm haçlarla olan maceraları ve sık sık edilen dualar köy yaşamının bir gerçeği olarak karşımıza gelirken, çocukların temsil ettiği hayatla büyüklerle ilişkilendirilen ölümü yan yana koyuyor film ve savaş ortamında umudu da diri tutuyor.

Filmin sergilediği tüm trajedilerin yanında bir mizah duygusunu da (hayatın içinde hep olması gerektiği kadar ve olması gerektiğini de ima ederek) barındırabilmesi ve bunu hikâyenin doğal bir parçası yapabilmesi de hayli önemli. Birbirleri ile kavgalı iki köylü aile arasında yaşananlar, günah çıkarmada itiraf edilen bir suçun bu itiraftan hemen sonra tekrar işlenmesi ve üstelik olay yerinin de günahın çıkarıldığı kilise olması ve tüm bir mezarlıktaki kavga bölümü örneğin hoş bir gülümsemeye neden olarak filmin görünüşte karanlık olan hikâyesini aydınlatıyor. Muhteşem bir performsn sunan oyuncu Brigitte Fossey’in yıllar sonraki bir röportajda önce bir kısa film olarak düşünüldüğünü ve çekimlerine başlandıktan sonra uzun metraja dönüştürüldüğünü belirttiği filmin baştaki bombalama bölümü dışında yüreğe dokunan iki dramatik sahnesi daha var: Küçük oğlanın bir kolyeyi bir baykuşa emanet ederken “Al, bunu 100 yıl sakla” dediği bölüm ve küçük kızın finalde arkadaşının adını umutsuz bir şekilde çağırdığı anlardan etkilenmemek mümkün değil.

Robert Juillard’ın siyah-beyaz görüntüleri açılış sahnesinin dehşetini ve daha sonra da köydeki hayatın doğallığını başarı ile yansıtırken, yönetmen René Clément’ın sade mizanseni de filme önemli bir katkı sağlıyor ve seyrettiğimizin gerçekçiliğini ve dolayısı ile etkileyiciliğini artırıyor. Savaşın vahşetini çocukların masumiyetini öne çıkararak unutturmaya veya konuyu yumuşatmaya çalışmayan, bunun yerine daha doğru bir yol seçip o masumiyeti o ortamda ancak çocukların koruyabildiğini gösteren filmde küçük kızın yüzünü iki farklı resmi (savaşın ve arkadaşlığın resimleri) göstermek için başarı ile kullanıyor. Zamanında Fransa’da özellikle solcu eleştirmenler tarafından “köylüleri kötü göstermek”le suçlanarak eleştirilen ve Cannes’ın yarışmalı bölümüne kabul edilmeyen film sinema tarihinin önemli çalışmalarından biri kuşkusuz. Mutlaka görülmeli.

(“Forbidden Games” – “Yasak Oyunlar”)