Nannerl, la Soeur de Mozart – René Féret (2010)

“Erkek olsaydık hayatımız ne kadar farklı olurdu, düşünsenize. Siz yaratıcılığın ben halkın hükümdarı olurdum”

Wolfgang Amadeus Mozart’ın kendisi kadar yetenekli ablasının dönemin kadınlarla ilgili ön yargıları içinde yeteneğini gösterme çabasının hikâyesi.

Fransız sinemacı René Féret’den tarihin pek bilinmeyen karakterlerinden biri üzerine çekilmiş bir dram. Amadeus’un “Nannerl” olarak çağrılan kız kardeşi ile Fransa kralı 15. Louis’nin manastırda yaşayan kızı Louise de France arasındaki mektuplaşmalardan esinlenen hikâye bu iki karakter üzerinden dönemin kadınlarının erkeklerin gölgesi olarak yaşamak zorunda olduğu ve ne yeteneklerinin ne de arzularının karşılıklarını bulabildiği bir dünyanın resmini çiziyor. Bu bağlamda feminist çağrışımları da olan film aksamayan ama güçlü anlardan yoksun kalmış bir sinema dili ile hikâyesini televizyon dramaları havasında anlatıyor çoğunlukla.

Nannerl’in trajedisi çok boyutlu; bir yandan Wolfgang gibi bir dehanın kardeşi olmanın diğer yandan bir kadın olmanın sonucu olarak müzikal yeteneklerini bastırmak zorunda kalıyor, diğer yandan aralarında bir aşkın doğduğu kralın oğlu ile yakınlaşmasına engel olan bir sınıf farkı ile karşılaşıyor. Her ne kadar film altını yeterince güçlü biçimde dolduramasa da bir bireyin yeteneklerini bastırmak zorunda kalması ve bu anlamda sıradanlığa itilmesinin neden olduğu trajedi çok güçlü elbette. Film genç kadını kardeşi Amadeus’un bir bestesinin ilk notalarını yaratırken ve bir besteyi birlikte oluştururken veya kendi bestelerini yaratırken gösteriyor ve bir insanın toplumun o andaki değerleri nedeni ile nasıl harcanabildiğini anlatıyor. Wolfgang’ın başarısı konusunda hırslı olan baba Leopold ise tüm iyi niyetine rağmen, kızının geleceğini de düşünerek ona ancak Amadeus’a eşlikçi görevi verebiliyor ve erkek işi olarak görüldüğü için keman çalmasını yasaklıyor. Özetle içinde kıpırdanıp duran notaları ve aşkını bastırmak zorunda kalan bir kadının dramı anlatılan.

Yönetmenin kızı olan Marie Féret’nin sakin oyunculuğunun altını çizmek gerek öncelikle. Karakterinin itildiği sessizliğe çok yakışan bir alçak gönüllü bir performans sanatçının sergilediği. Öne çıkan bir diğer şaşırıtıcı oyunculuk ise yönetmenin diğer kızı olan Lisa Féret’den geliyor. Kralın manastıra sürülmüş üç kızından biri olan Loise de France akıllı söylemlerine karşın hem kendi deyimi ile yöneticilik becerilerini gösteremiyor hem de kendini İsa’ya adamak zorunda kalıyor. Genç oyuncu bu ilginç karakteri yüzünde sürekli muhafaza ettiği bir hüzünlü gülümseme ve bilinçli bir mekanik/soğuk ses tonu ile aktarıyor seyirciye. Nannerl’in aşık olduğu genç Fransız prensini oynayan Clovis Fouin ise tiyatrovari mimikleri ile diğer tüm oyunculuklardan farklı bir alanda hareket ediyor.

Müzik elbette filmin baş rollerinden birine sahip. Amadeus Mozart’ın çocukluk dönemi bestelerinin yanısıra film bugün herhangi bir kaydı olmayan Nannerl’in müziklerinin yerine Marie-Jeanne Séréro’nun orijinal müziklerini kullanıyor. Séréro’nun müzikleri filmin havasına gayet uygun ve takdiri hak eden bir şekilde gerçeklik hissi yaratıyor. Bu müziklerin yanısıra filmde başta İtalyan besteci Gregorio Allegri’nin “Miserere mei, Deus” adlı koro eseri olmak üzere klasik müziğin hayli gözde çalışmaları da yerini alıyor. Müziklere görüntülerin de başarısını eklemek gerek. Açılıştaki kar altında çekilen sahne için ve özellikle Fransa’nın Calais bölgesinin muhteşem görüntüsü için görüntü yönetmeni Benjamín Echazarreta alkışı hak ediyor.

Pudralı yüzlü erkekler ve ağır kostümleri içindeki kadınların yaşadığı bir dönemde geçen bir film çekip soluk yüzlerin ve kostümlerin ağırlığından kendini uzak tutabilmiş bir film yaratabilmek oldukça zor, sinema tarihindeki onca başarısız örnek düşünülürse. Bu anlamdaki nadir mükemmel örneklerden biri Jane Campion’ın “Bright Star” filmi olsa gerek. Féret’nin filmi ise çoğunlukla iç mekanlarda geçmesine rağmen bu ağırlıktan nispeten uzak kalmayı başarıyor. Filmin bu artılarının yanısıra tam bir başarıya ulaşamamasının yönetimden ve senaryodan kaynaklanan çeşitli nedenleri var. Yönetmenin çoğunlukla televizyon filmlerinden tanıdık olduğumuz açılar ile çalışmasının yanında senaryodaki eksiklikler asıl öne çıkan. Hikâye zaman zaman bir aile dramı havası alıyor ki hak ettiği bu değil. Tüm ana ve yan temalar çok daha büyük bir trajediyi işaret ediyor ama senaryo cinsellik, din, yaratıcılık ve bireysel özgürlük gibi temalara yüzeysel dokunuşlar ile yetiniyor çoğunlukla. Hikâyenin bir zirveden veya müzikal bir deyim ile söylersek kreşendodan yoksun olması hem görsel hem sinemasal olarak gücünü azaltıyor. Genç kadının bestelerini şöminede birer birer yok ettiği sahne toplum kurallarının ve çoğunluğun baskısının nasıl tüm farklılıkları, yaratıcılıkları ve özgürlükleri yok edebileceğini gösterirken bize oldukça tanıdık gelebilecek anları da yaratıyor bir yandan.

(“Mozart’s Sister” – “Mozart’ın Kız Kardeşi”)