Misery – Rob Reiner (1990)

“Bir numaralı hayranınım. Endişe edecek bir şey yok. İyileşeceksin. Sana çok iyi bakacağım. Bir numaralı hayranınım”

Geçirdiği bir kazadan kendisini kurtaran “bir numaralı hayranı”nın elinde korkunç günler geçiren ünlü bir yazarın hikâyesi.

Stephen King’in aynı adlı romanından William Goldman’ın senaryosu ve Rob Reiner’in yönetmenliği ile çekilen film bugün en çok başroldeki Kathy Bates’in Oscar kazanmasını da sağlayan oyunu ile hatırlanıyor belki de. Hikâyenin temel geriliminin bir okuyucunun sevdiği bir karakteri öldürmeye karar veren bir yazara yaşattıklarından kaynaklandığını düşününce, sanat – sanat eseri – müşteri (izleyici, okuyucu vs. anlamında) üçgeni üzerine bir söylemi olduğu da söylenebilir filmin ama karşımızdaki daha çok gerilim yaratmaya ve hatta korkutmaya yeltenen ve bunu çoğunlukla da başaran bir çalışma. Romandaki kimi daha korkunç öğeleri yumuşatmış olsa da yine de zaman zaman fazlası ile “rahatsız edici” olabilen yapım, çağrıştırdığı Hitchcock filmi “Psycho – Sapık” veya Kubrick’in başyapıtı -bir başka King uyarlaması- “The Shining – Cinnet” filminin epey gerisinde kalan ve biraz mekanik bir anlatımı olan bir eser. Finalde dozu kaçmış ve nerede ise güldüren mücadele sahnesi bir kenara bırakılırsa, yine de geriliminde aksamadığı söylenebilecek film Bates’in çok başarılı oyununun yanında James Caan’ın başarılı performansı ile de ilgiyi hak ediyor.

Stephen King yıllar sonra, hikâyede yazarı esir alan kadının kendisinin o sıralarda yaşadığı uyuşturucu ve alkol sorununun sembolü olduğunu itiraf etmiş. Yazarı tamamen kendi kontrolü altına alan, onu istemediği şeyleri yapmaya zorlayan (bir başka deyiş ile, iradesi dışında davranışlara zorlayan) bir karakteri ve bir yandan yaşamı besleyen ama öte yandan sona doğru götüren bir eylem olarak yazma eylemini ele alan film farklı okumalara da açık elbette. Örneğin bir sanatçının ürettiği bir eserin ondan çıktıktan sonra artık ne kadar ona ait olduğunu tartışabilirsiniz hikâye üzerinden veya sanatçının yaratma sürecinde ne kadar özgür olduğunu (veya tersten söylersek ne kadar bağımlı olduğunu) konuşabilirsiniz hikâye aracılığı ile. Ne var ki bir Stephen King romanı ve ondan sadık ve fazlası ile mekanik bir şekilde uyarlanmış bir Hollywood filmi ile karşı karşıya kaldığımızı düşünürsek, bu konulara fazla takılmamak gerekiyor. Bu durumda da tüm hikâyeyi popüler bir seri romanın yazarı olan ama artık daha ciddi şeyler yazmak isteyen bir yazarın bu serinin kadın kahramanını öldüreceği son romanına hayli sert bir tepki gösteren bir hayranın neden oldukları olarak özetleyebilirsiniz. Üstelik bu kadın hayran hakkında manyak/sapık ifadelerini rahatça kullanabileceğinizi de söylersek, onun bir “okuyucu” olması bile önemini yitiriyor.

Başroldeki Kathy Bates’in herhalde hayatının rolü olarak görüp epeyce asıldığı ve çoğunlukla yönetmen Rob Reiner’in tercihlerinden kaynaklanan bir şekilde zaman zaman abartının sınırlarında dolaştığı bu rolün altından ustalıkla kalktığını söylemek gerekiyor öncelikle. James Caan kabul etmeden önce yazar rolünün neden bazı ünlü isimler tarafından ret edildiğini de açıklayan bir şekilde onun karakterinin öne çıktığı bir hikâye bu ve Bates de sonuna kadar kullanıyor bu avantajını. Aslında burada avantajın yanısıra bir de dezavantajı var Bates’in: Karakterinin sıkı sık değişen ruh halleri. Böyle bir karakteri inandırıcılığı yitirmeden oynamak hayli zor olsa gerek ve sanatçı bunu da başarıyor çoğunlukla. Bu karakterin gölgesinde kalan yazar rolünde ise -dezavantajına rağmen- James Caan da döktürüyor kesinlikle ve hatta zaman zaman Bates’in fazla “bağıran” oyunculuğunu sakin oyunu ile dengeliyor da. Küçük bir rolde ve misafir oyuncu tadında karşımıza gelen usta oyuncu Lauren Bacall ise vasat yazılmış rolü ile kendisini gösterme fırsatını bulamıyor ne yazık ki.

Filmin kimi biçimsel incelikleri de Hollywood’un usta zanaatkârlığının örnekleri olarak gösteriyor kendisini. Örneğin kadının yazarla yediği romantik akşam yemeğindeki yaka önlüklü kıyafeti gerçekten müthiş bir tercih ve üzerinden epey söz üretebilir meraklısı bu kıyafetin. Kadının elindeki kutudan benzini yatağa döktüğü sahnede adeta yazarı (ve/veya eserini) takdis eder gibi bir vücut dili ile hareket ediyor olması bir başka örneği bu biçimsel başarının. Buna karşılık düğümün çözüldüğü kavga sahnesinde kadın ile adamın (okuyucu ile yazarın!) nerede ise saç saça başa dövüşmesi epey yanlış bir tercih olmuş ve o ana kadar yarattığı korku ve gerilimin yerini nerede ise komediye bırakmasına neden olmuş görünüyor. Bundan daha önemlisi ise yukarıda referans olarak verdiğim “Psycho” ve “Shining” adlı filmlerin aksine, bu filmin kendine has bir dünya veya bir stil yaratamamış olması ve bu nedenle de tanıdık gelmesi sık sık. Bu da kameranın arkasındaki ismin Hitchcock veya Kubrick gibi bir deha olmamasının sonucu olsa gerek. Şerif ve aynı zamanda yardımcısı olan eşinin hikâyeye kimi hoş mizah anları da kattığı filmde şerifin olayı çözmesini sağlayan cümleyi keşfetmesindeki zorlama bir yana bırakılırsa, iyi yazılmış ve oynanmış bu filmde görüntü yönetmeni Barry Sonnenfeld’in mekanları görüntülemekteki ve kimi objektif tercihlerindeki başarısı da dikkat çekiyor. Üstte belirttiğim farklı okumalara başkalarını da katabileceğiniz (örneğin bir hemşire olan kadının geçmişte yaptıkları ile şimdi yazara adeta bebeği imiş gibi bakmasını ilişkilendirmek veya bir başka bakışla anne ile ona bağımlı olan çocuğu arasındakini çağrıştıran ilişkiyi düşünmek gibi) film popüler sinemanın kalıpları içinde başarılı ve görülmeyi kesinlikle hak eden bir yapım. Bir hikâye süresi boyunca Stephen King’in dünyasına girip, eli yüzü düzgün ve gereksiz oyunlara hemen hiç girişmeden korkutan/geren bir film seyretmenin tadına varmanın hiçbir sakıncası yok kesinlikle.

(“Ölüm Kitabı”)