Apache – Robert Aldrich (1954)

“Artık savaş bitti ve yapayalnızsın Massai. Kimse elleri kelepçeli birinin peşinden gitmez”

Son Apaçi savaşçısının tek kişilik direnişinin hikâyesi.

50’li yıllarda çekilmiş bir Amerikan filminde tarihe ne kadar dürüst bakılabilirse hikâyesinde o kadar dürüst olan, Lancaster’ın mavi gözlü Kızılderilisi ile klasik bir Hollywood yaklaşımının örneği olduğu (Uzak Doğuluları bile beyazlara oynatmaktan çekinmeyen bir “beyaz” sinemadan söz ediyoruz) ve Massai’ye saygılı bir duruş sergilerken tarihi çarpıtmaktan da geri durmayan bir film. Evet çarpıtmak çünkü gerçek bir karakter olan Massai hiç de filmde gösterildiği gibi bir Hollywood mutlu sonu ile bitirmemiş hayatını. Bu garip sonun tam bir Hollywood örneği olarak stüdyonun yönetmeni çekmeye zorladığı final olduğu da biliniyor.

Paul Wellman’ın 1930’larda yazdığı bir romandan uyarlanan film son Apaçi savaşçısının hikâyesini hemen tamamen Holywood klişeleri içinde ele alarak tarihi değiştirmekten çekinmese de kahramanının bu tek kişilik mücadelesine saygı ile yaklaşıyor yine de. Beyaz adamların elinde alkole sığınan ve kendini satan yeni şeften, iki beyaz adam arasında geçen ve yerlileri aşağılayan konuşmada bu adamlardan birinin kızılderili olan askerinin çok kısa bir süre de olsa memnuniyetsiz yüz ifadesini göstermesine ve beyazları en azından iyiler ve kötüler diye ikiye ayırarak bir kısmını eleştiri konusu yapmasına kadar elle tutulur olumlu yönleri var filmin ama sonuçta temel mesajı ile “yenilgiyi kabullenip mısır yetiştirmeye yönelmeyi” işaret eden/teşvik eden bir tutumu var filmin. Tek başına bir savaşı kazanması ve kaybolan bir dünyayı geri getirmesi mümkün değil elbette Massai’nin ama yine de savaşının anlamsızlığının bu kadar açık söylenmesi rahatsız ediyor seyrederken.

Massai’nin yenilgiyi kabul edip “evcilleşmesinden” sonra bir beyazın söylediği “elimizdeki tek savaş buydu, şimdi başkasını bulmamız gerekiyor” cümlesi ABD’nin politikaları ile nasıl da örtüşüyor. Kapitalizm ve “onun en yüksek aşaması olan emperyalizm” böyle bir şey işte; her zaman daha büyümeli ve bunun için asla düşmansız kalınmamalı. Son iki yüzyılda nice örneklerini yaratan bu düstura bu filmde rastlamak hayli ilginç aslında; ne de olsa karşımızda bir 50’ler Holywood filmi var. Bu politik(!) yaklaşımlar bir yana film yönetmen Robert Aldrich’in özel bir yaratıcılık içermeyen ama hiç de aksamayan anlatımı, mısır tarlası içindeki takip gibi iyi çekilmiş bölümleri ve kimi anlarında kahramanının bireysel onur mücadelesine gösterdiği saygı ile seyredilebilecek bir film. Arthur Penn’in “Little Big Man” gibi filmlerinin henüz uzakta olduğu zamanlarda çekilmiş ve her daim izlenen klasikler arasına giremese de kendisini seyrettiren bir çalışma.

(“Asi Cengaver”)

Vera Cruz – Robert Aldrich (1954)

“Hiçbir işini şansa bırakma, hiç kimseye güvenme ve hiç kimseye iyilik yapma”

1866’da Meksika’nın imparatorluk ile yönetildiği zamanlarda geçen ve Amerikalı silahşörlerin de karıştığı bir “altınlar kimin olacak” hikâyesi.

Gary Cooper ve Burt Lancaster gibi iki yıldız ve usta oyuncu bu tarz filmlerin ustası Robert Aldrich’in yönetmenliğinde bir araya gelmiş ve kimi zaman eğlenceli anları da olan bu kovboy filminde başarılı bir iş çıkarmışlar. Cooper’ın daha efendi ve vicdan sahibi, Lancaster’ın ise daha kaba, alaycı ve bağımsız havalı iki silahşörü canlandırdığı filmde Lancaster karakterinin daha yüksek olan potansiyelini de kullanarak öne çıkmayı başarıyor. Sonuç olarak iyi bir ikili oluşturmuş bu filmde iki ünlü yıldız. İmparatorun zalimliğine karşı ayaklanan Meksika halkının bu çabasına silahşörlerimizin baştaki ilgisizliğini ve sadece paranın peşinde olmalarını senaryo finalde düzeltiyor elbette ve adalet yerini buluyor. Cooper’ın olduğu bir filmde onun vicdanın baskın çıkmasına ve genel olarak Amerikan sinemasının “halkları kurtaran beyaz kahramanlarına” burada da rastlamaya şaşırmamak gerekir şüphesiz.

Ernest Laszlo’nun usta görüntüleri eşliğinde anlatılan bu macerayı benzerlerinden farklı kılan iki temel unsur var; kahramanlarımızın para ile şerefli bir amaç arasında kalmaları ve filmin en eğlenceli anlarını da oluşturan “kim kiminle ve kime karşı” diye özetlenebilecek altını ele geçirme çabaları. Kontes ile iki silahşör arasında geçen ve kimin kime nasıl güveneceği tartışması üzerine keyifli anlar içeren sahne bu eğlence kısmının en bariz ve başarılı örneklerinden biri. Hikâyenin bu kısmı aslında filmin yaratıcılarının en çok odaklandığı yer ve bu anlamda filmi diğerlerinden farklı kılan para mı adalet mi tereddütünü geri plana atan ve halkın ayaklanmasını da sadece bir arka plan olarak kullanan bir biçim veriyor hikâyeye. Açılış ve kapanıştaki kırmızı büyük karakterli jenerikler filmin bir isyan veya direniş hikâyesini anlatmasından çok film boyunca dökülen kanlara referans veriyor olsa gerek. Bu dökülen kanların büyük bir kısmı de yerli halka ait ve bu kanları dökenlerin içinde kahramanlarımız da var, ve filmin bundan bir rahatsızlık duyması veya bunu bir ana tema haline getirmek gibi bir çabası yok. Ne tereddütler vurgulanıyor ne de kahramanlarımızın süreç boyunca yaptıkları tercihler sorgulanıyor. Kaldı ki tüm hikâyeyi altının yerine petrolü koyarak ve hikâyeyi günümüze taşıyarak düşünürsek gerçek hayattaki finallerin hiç de filmdeki gibi olmadığını çok rahat söyleyebiliriz. Dünyanın adaleti Amerikalıların vicdanına bırakılamayacak kadar önemli hatta kutsal bir konu olsa gerek.

Karşılıklı güven oyunları, altının şu ya da bu amaçla peşine düşenlerin çekişmesi, Lancaster’ın keyifli oyunu ve vicdan rahatlatan finali ile kesinlikle eğlenceli bir film. Filmin olmayan ve olmadığı için daha da kötü olan ideolojisini bir kenara koymak şartı ile. Aksi takdirde Birleşik Devletler’in son yüzyılda gerçekleştirdiği “adalet ve demokrasi” operasyonlarını düşünmeye başlayıp filmi unutabilirsiniz. Sonuçta “altın” ait olduğu halka gitmiyor bizim yaşadığımız dünyada.

(“İstiklâl Kahramanları”)