Hustle – Robert Aldrich (1975)

“Mahkemeymiş, ne mahkemesi? Hangi ülke, hangi mahkeme? Nerede yaşadığının farkında mısın, Marty? Muz kokusunu almıyor musun? Hangi ülkede yaşadığını biliyor musun? Renkli televizyonu olan Guatemala’da yaşıyorsun sen”

Aşırı uyuşturucudan intihar etmiş görünen ve porno filmlerde rol alan genç bir kızın şüpheli ölümünü araştıran bir dedektifin hikâyesi.

Senaryosunu “City of Angels” adlı kendi romanından Steve Shagan’ın uyarladığı ve yönetmenliğini Robert Aldrich’in yaptığı bir ABD yapımı. Bir hayat kadını ile ilişkisi olan bir polis ve kızının ölümünün intihardan kaynaklanmadığına inanan bir babanın kendi araştırmalarını yaptıkları ve “kara film” türüne sokulabilecek yapıt tüm ana karakterlerinin kendi mutsuzlukları ile de uğraştığı, üzeri örtülenlerin bir gün mutlaka ortaya çıkacağını hatırlatan ve zaman zaman Fransız polisiyelerine yakın duran bir çalışma. Sağlam bir yardımcı kadronun Burt Reynolds ve Catherine Deneuve’e eşilik ettiği film 1970’lerin sinemasından hoşlananlar için özellikle çekici olabilecek bir eser. Güç ve sınıf çekişmelerini ve yozlaşmaları da konu edinen yapıt, olaylardan çok karakterlere eğilmesi ile aksiyon düşkünlerini tatmin etmeyebilir ve romantizm ile aksiyon arasında kararını net bir biçimde verememiş olması gibi bir porblemi de var ama alçak gönüllü yapısı içinde yine de ilgiyi hak eden bir çalışma.

Kumsalda bulunan bir genç kız cesedi ile başlıyor film. Olayı soruşturmakla görevlendirilen Phil (Burt Reynolds) ve Louis (Paul Winfield) ölüm nedenini intihar olarak saptayıp kapatsalar da dosyayı, hem Louis’in içi rahat değildir şüpheleri nedeni ile hem de kızın Kore’de savaşmış olan babası genç kadının öldürüldüğünden emindir ve kendi soruşturmasını yürütmeye kararlıdır. Phil hayat kadınlığı yapan birisi ile sevgilidir ve hikâye onların ilişkisini ve genç kızın ölümünü birlikte ve eşit derecede ele alarak bir yandan bir aşk hikâyesi bir yandan da bir polisiye öykü anlatıyor seyirciye. Filmin belki de en önemli yanı polisiye yanı öne çıkan bir hikâye anlatsa da, bu hikâyenin hemen tüm kahramanlarının karakter analizlerinin de bir o kadar öne çıkması; buradaki istisna ise Louis karakteri oluyor ve onca sahnesine rağmen bu analizden yoksun bırakılıyor. Parlak bir sinema örneği ve başarılı bir senaryonun karşımıza çıkarabileceği güçte değil bu analizler elbette ama yine de bir ticarî sinema örneğinden, bir Hollywood yapımından beklenebilecek olanın üzerine çıkıyor. Burt Reynolds’ın işini yapan ama açıkçası özel bir gücü de olmayan bir performans ile canlandırdığı Phil karakterinin “eski güzel günler” nostaljisini doğrulayacak bir geçmiş hikâyesi olmaması bu analizlerin yeterince güçlü olmasını engelleyen örneklerden biri ama yine de filme bir zenginlik ve çekicilik kattığını rahatlıkla söyleyebiliriz bu karakter çalışmalarının.

Filmin politik, daha doğrusu içinde yaşanılan toplumu ve düzeni sorgulayan bir içeriği olması da önemli. Phil’in adaleti mahkemede sağlayacağına inancı olan babaya söylediği ve bu yazının girişinde yer alan sözlerden yine babanın sıradan bir kişi mi yoksa önemli biri mi olduğunun birden fazla karakter tarafından sorgulanmasına farklı örnekler gösterilebilir buna. Babanın toplumdaki bilinirliği ve sahip olduğu güç onun davasına gösterilecek ilgiyi belirleyecek ve otoriteler de bunun karşılığı olan gerekli çabayı harcayacaklardır çünkü. İki polisin babayı kızının cesedini teşhis etmesi için morga götürürken bir spor karşılaşması hakkındaki kayıtsız konuşmaları ve cesedin göğüslerinin örtülmemiş olması, filmin kurbanın öneminin düzen içindeki belirleyiciliğine yaptığı eleştirinin örnekleri arasında yer alıyor. Benzer şekilde ülkedeki adalet düzeninde sonuç üzerindeki en önemli unsurun avukatın yeteneği olması da bu eleştiriden payını alıyor. Tüm bu örnekler filmin lehine kuşkusuz; ne var ki “adaletin serbest bıraktığı suçlular”ın tipik bir polis bakışının izlerini taşıdığını da söylemek gerekiyor. Benzer bir biçimde, finalin de tipik bir Amerikan bakışı ile “yasa dışı davrananın cezalandırılması” örneği olarak tasarlanmış olması -bu sonun tüm etkileyiciliğine karşın- benzer bir tavizin sonucu olsa gerek. Kadının tokatlanması ile başlayan ve seksle sona eren sahnenin ise fazlası ile erkek bakışı ile tasarlandığı açık.

Phil’in İtalya nostaljisinin hikâye içinde anlamlı bir şekilde konumlandırılmamış olmasını da eksiklikleri arasına eklememiz gereken filmin farklı karakterlerin hikâyesini birbirine ikna edici bir kurgu ile bağladığını söylemek mümkün. Babanın Kore’den travma ile dönmüş olması ve Phil’in babasının İspanya İç Savaşı’nda yer almış olmasını da filmin “politik” duruşunun örnekleri arasına koyabileceğimiz yapıtın yönetmeni Robert Aldrich’in Hollywood’un eskilerinden biri olarak işini iyi yaptığını söylemek mümkün. Özel bir başarıdan söz edemeyiz ama Aldrich hikâyede amaçlanana uygun bir tempo yakalamış ve aksamamış hiç. Catherine Deneuve pek çok sahnede yer almasına rağmen, senaryo gereği daha çok zarifliğini sunmakla yetinmek zorunda kalmış ama kendisini göstermeyi başarmış yine de. Oyunculuk alanında parlayan isimler ise babayı oynayan Ben Johnson, anneyi canlandıran Eileen Brennan ve güçlü avukat rolündeki Eddie Albert olmuş tartışmasız bir şekilde. “Yakında buradan gideceğiz” sahnesi ile, her sinemaseverin kolaylıkla fark edeceği gibi bunun aksini işaret ederek kendini ele veren filmin sonu fazlası ile ahlâki bir yaklaşım içermesi ile rahatsız ediyor ve zaman zaman özendiği Fransız sineması ile arasına ciddi bir mesafe koymasına neden oluyor.

“Moby Dick” ve “Un Homme et Une Femme” (Bir Kadın Bir Erkek) filmlerinden sahnelerin kullanıldığı, Ava Gardner’ın adının anıldığı ve “Mission Impossible” (Görevimiz Tehlike) adlı televizyon dizisinin de perdeye yansıdığı film böylece görsel sanatın örneklerine hoş bir şekilde yer vermiş ama tüm bu örnekler hikâye içinde anlamlı bir bağlama oturtulmamış nedense. Charles Aznavour’un sesinden dinlediğimiz “Yesterday When I Was Young” (Fransızca orijinali ile “Hier Encore”) şarkısı da renk katıyor filme ama herhalde bu parça da Deneuve’ün (ve karakterinin) Fransızlığı ile ilişkili olsa gerek. Sorunlu bir toplumsal düzenin sorunlu karakterlerini öne çıkaran hikâyesi ile önemli olan film, hedeflediği güce erişememiş olsa da ve Hollywood’dan uzaklaşırken bir yandan da onun tipik tuzaklarına kendisi düşmüş olsa da, 1970’lerin ilgiyi hak eden yapıtlarından biri. Ahlâki zorlaması ile zedelenmiş olsa da finalin hüznünün hayli etkileyici olduğunu da ekleyelim son olarak.

(“Tehlikeli Oyun” – “Cinayet Bulmacası”)

Ten Seconds to Hell – Robert Aldrich (1959)

“Evlerine dönen bu altı adamı, savaşın enkazından yeni ve kalıcı bir barışın temelini atmak gibi çok büyük bir güçlük bekliyordu”

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Berlin’de, patlamamış durumda duran bombaları etkisiz hâle getirmek için çalışan altı Alman askerinin hikâyesi.

Senaryosunu Lawrence P. Bachmann’ın “The Phoenix” adlı romanından uyarlayarak Robert Aldrich ve Teddi Sherman’ın yazdığı ve Aldrich’in yönettiği bir film. Yapımcı şirketin kendisinin onayını almadan filmin yarım saatlik bölümünü kesmesi nedeni ile adını jenerikte yer alan yapımcı listesinden çıkaran Aldrich’in bu çalışması, muhtemelen bu müdahelenin de etkisi ile bir parça ham veya yarım kalmışlık havası taşıyan bir eser. Bu önemli problemine rağmen, Aldrich’in başarılı yönetmenlik çalışması, iki başrol oyuncusunun (Jack Palance ve Jeff Chandler) klasik tarzdaki oyunculuklarının etkileyiciliği ve zaman zaman gereksiz öğeler ile dağılsa da heyecanı ve gerilimi ile ilgiyi hak eden bir film olmayı başaran bir sinema eseri bu.

Savaş sırasında da aynı işi yapan altı Alman askerinin Berlin sokaklarında patlamamış halde duran bombaları imha ederken yaşadıklarını anlatıyor film bize. Altı asker kendi aralarında üç aylığına bir anlaşma yaparlar; buna göre bu süre boyunca maaşlarının yarısını ortak bir havuzda tutacaklar ve üç ayın sonunda bu hayli tehlikeli işten sağ kurtulmayı başaranlar havuzda biriken parayı kendi aralarında paylaşacaklar. Altı askerden ikisi lider konumunda ama biri doğal, diğeri ise hırsı ile öne çıkan ve hikâyenin “kötü karakter”i olduğunu kısa sürede anlayacağımız bir şekilde sert ve istekli bir biçimde üstleniyor bu rollerini. Tahmin edileceği gibi bombalar askerleri birer birer yok ederken, hikâye bu iki lider karakter arasındaki çatışma ve bir kadının da karıştığı rekabetleri üzerinden ilerliyor. Palance ve Chandler’ın hikâyeye yakışan ve bir parça gösterişli ve klasik üslupları ile hayat verdiği iki karakterin hikâyesi temel olarak ilgi çekici kesinlikle ama film sık sık aksıyor, bu ilginçliği tam başarılı denecek bir düzeye taşımaya çalışırken. Öncelikle baştaki ve sondaki anlatıcı ses, adeta göstermek yerine anlatmayı tercih eden bir hava veriyor filme ve bu da sanki bir yarım bırakılmışlık hissi doğuruyor. Aldrich’in itrazına rağmen filmin yarım saatlik bölümünün kesilmesinin bunda bir payı var mıdır bilmiyorum ama rahatsız edici bir durum bu. Telaşla hastaneye koşuşturan karakterleri gördüğümüz bir sahnenin aynı karakterlerin oradan geriye dönüşlerine bağlanması ve arada ne olup bittiğini göremememiz bir kurgu hatasından çok, hikâyenin bu bölümünün kesildiği hissini uyandırıyor, bir başka örnek vermek gerekirse. Ortada bomba imha etmenin gerilimi ve bu işte çalışan iki lider karakterli insanın çatışması varken, aralarındaki rekabete bir romantizm rekabetinin katılması da pek doğru bir seçim olmuş gibi görünmüyor. Ne iki yaralı gönül arasındaki romantizmin kendisi ne de bu sıcak duyguların oluşum hızı inandırıcı olabiliyor yeterince. Yine de bu romantizmin taraflarından biri olan kadının hikâyesi -hak ettiği kadar zaman ayrılmamış olsa da- filme bir çekicilik katıyor kesinlikle.

Altı ay önce on kişi olarak başladıkları işi yeni görevlerinde altı kişi olarak sürdüren ekibin iki ana karakteri dışında kalanların başlarına ne geleceğini sinemanın geleneklerine aşina olan herkesin tahmin edebileceği açık ve bunu dikkate alarak farklı bir şeyler denemeye çalışmaması da filmin lehine olmamış. Filmin bu ve yukarıdaki kusurlarını her zaman olmasa da örten ise Robert Aldrich’in yalın ve titiz yönetmenlik çalışması olmuş. Bomba imha sahneleri başta olmak üzere, detayları atlamayan, gerilimi hep ayakta tutan ve karakterlerin tedirginliğini belli eden kamera açıları ile çalışan Aldrich, filme o eski ustaların tadını getirmeyi başarmış. Giriştiği teknik oyunlar da hep dozunda ve sahnenin ruhuna çok uygun. Örneğin, Jack Palance’ın karakterinin, Martine Carol’un oynadığı ve savaşta bir düşman askeri ile aşk yaşaması nedeni ile şimdi Berlin’de yaşamak zorunda kalan Fransız kadınla arasındaki bir sahnede aynadaki görüntüleri ustaca kullanıyor yönetmen. Savaşın bitiminden on dört yıl sonra çekilen ve savaşın izlerini fazlası ile taşıyan Berlin’in doğal bir dekor oluşturduğu filmin final sahnesinin bir parça aceleye getirilmiş gibi görünmesi ve yine finalde anlatıcının ağzından duyduğumuz zorlama “kahramanlık” ifadeleri gibi sorunları da olan filmde, Jack Palance ve Jeff Chandler adeta aynı insanın iyi ve kötü yüzlerini canlandıracak şekilde birbiri ile bütünleşmiş görünen çok çekici performanslar sunuyorlar ve filmin temel çekicilik kaynaklarından biri oluyorlar. Alçakgönüllü yapısı içinde dramatik olmayı sık sık başaran, yalınlığı ile dikkat çeken ve Avrupa’nın (ve aslında tüm bir dünyanın) henüz kurtulduğu bir kurumsal kötülüğün nerede ise sembolü olan çekici bir kötü adamın varlığı ile ilgi toplayan filmde altı Alman askerini de A.B.D.’li ve İngiliz oyuncuların canlandırmasını ise “Hollywood normali” diyerek geçiştirmek gerekiyor.

(“Cehennem Kapısı”)

What Ever Happened to Baby Jane? – Robert Aldrich (1962)

“Bunu bana neden yapıyorsun? NEDEN?”

Biri çocukluğunda ünlü bir vodvil yıldızı diğeri gençliğinde ünlü bir bir sinema yıldızı olan ve birlikte yaşayan iki yaşlı kızkardeşin hikâyesi.

Bir sinema klasiği. İki ünlü Hollywood yıldızı, Bette Davis ve Joan Crawford’un varlıkları ve gerilimli hikâyesi ile ilgi görmüş ve sonradan pek çok benzerinin çekilmesine neden olacak kadar popüler olmuş bir film bu. Robert Aldrich’in yapımcılığını ve yönetmenliğini üstlendiği film sondaki sürprizi ile daha da renklenen, gösterişli oyunculuklarla dolu, yaşlanıp sönmekte olan yıldızların trajedisini çarpıcı bir biçimde sergilemesi ile dikkat çeken bir çalışma. Üzerinden geçen 51 yıldan sonra filmin bu özellikleri hala taşıması ilginç ama öte yandan yönetmen Aldrich’in filmi gidebileceği derin psikolojik sulara taşımaması ve gotik/grotesk unsurların dozunu bir parça fazla tutması bugün bu klasiği bir parça zayıf da gösteriyor açıkçası.

Henry Farrell’in aynı adlı romanından Lukas Heller tarafından sinemaya uyarlanan eser o dönem gördüğü ilgi ile psikolojileri bozuk yaşlı kadınları konu alan benzerlerinin de çekilmesine neden olmuştu. Aldrich’in yine yapımcılığını ve yönetmenliğini üstlendiği “Hush… Hush, Sweet Charlotte – Sus, Sevgilim” ve sadece yapımcısı olduğu “What Ever Happened to Aunt Alice?” bu benzerler arasında öne çıkan filmler. Filmimizin yıldızlarından biri olan Bette Davis bu filmlerin ilkinde de başrollerden birini üstlenmiş üstelik. Peki hikâyeyi ve filmi böyle cazip kılan ne olmuş? Sanırım öncelikle filmin iki kadın yıldızından söz etmek gerekiyor. Gerçek hayatta birbirlerinden nefret eden iki yıldız burada rollerine tüm güçleri ile asılmışlar. Davis çocuk vodvil yıldızlığından sonra sinemada ancak ablasının katkısı ile rol bulabilen ve pek de yetenekli bulunmayan bir kadına dönüşen karakteri oynuyor. Ablası rolündeki Crawford ise küçükken kardeşinin gördüğü ilginin ve babasının küçük kardeşinin tüm kapris ve şımarıklıklarına katlanırken kendisini görmemezliğe gelmesinin acısını çeken ama sonradan büyük bir sinema yıldızına dönüşen kadını oynuyor. Bir kaza sonucu kötürüm kalıyor abla ve filmimiz baştaki kısa girişinde tüm bunları aktardıktan sonra bugüne geliyor. Artık karşımızda iki yaşlı kadın var: Bette Davis filme adını veren Baby Jane olduğu günlerin özlemi ve kazaya neden olduğuna inanmasının sonucu olarak dengesini yitirmiş ve ablasına olmadık tacizlerde bulunan ve hatta şiddet uygulayan bir kadın artık. Crawford ise tekerlekli iskemlede geçen bir ömürün acısını çeken, kardeşinin şirretliği altında ezilen ama yine de ruhsal durumu kardeşine göre daha sağlıklı görünen bir kadın. Davis ve Crawford Hollywood seyircisinin alışık olmadığı bir şekilde ve elbette sinema kariyerleri için bu filmi belki son bir parlama fırsatı olarak görerek, “yıldızlara” uygun olmayan bu rolleri kabul etmişler. Uygun olmayan diyorum çünkü filmde şiddet ve işkence denebilecek tacizler var ve bu sahneler o dönemde Hollywood yıldızlarının görüneceği sahneler değil kesinlikle.

Her iki oyuncu da rollerini ete kemiğe büründürmüşler kesinlikle. Davis senaryo açısından daha avantajlı çünkü rolü büyük oynamaya ve göze çarpmaya çok daha uygun. Nitekim o yıl Oscar’a da aday olmuş bu rolü ile. Crawford ise içine kapanık ve fiziksel dezavantajı olan karakterini bu büyük oyundan uzak, daha klasik ve sıkı bir oyunculuk ile canlandırıyor. Davis’in avantajı olan durum Aldrich’in filmin genelindeki hatasının kurbanı oluyor bugünün gözü ile bakıldığında. Adına şarkı da yazılmış kocaman gözlerini zaman zaman hayli grotesk biçimde açıyor ve nerede ise dışavurumcu denecek bir oyun veriyor. Bu bir yandan filmin gerilimini artırmaya yarıyor ama diğer yandan zaman zaman abartılı denecek bir alanda da gezinmesine neden oluyor. Filmin diğer gotik veya grotesk unsurları da tıpkı Davis’in oyunculuğu gibi filmin hem lehine hem aleyhine çalışıyor. Usta isim Ernest Haller’in siyah-beyaz görüntüleri ve kamera kullanımı neyse ki bu groteskliğe çok az başvuruyor ve filme ciddi katkı sağlıyor. Filmin genel olarak oyunculuklar açısından çok parlak olduğunu da eklemek gerek. Rolü ile Oscar’a aday olan ve piyanist rolündeki Victor Bruno, annesi rolündeki Marjorie Bennett, komşu kadın rolündeki Anna Lee ve hizmetçi rolündeki Maidie Norman karakter oyunculuklarının parlak örneklerini sergiliyorlar bu hikâyede. Özellikle Bruno’yu izlemek ayrı bir keyif gerçekten.

Hikâyenin üzerine aslında yeterince gittiği (Davis’in çocukken oynadığı Baby Jane karakterini yaşlı bir kadın olarak canlandırmak için prova yaptığı etkileyici sahneyi bu bağlamda anmak gerek) ama gotik unsurların gölgesinde kalmış görünen bir yanı var ki filmi bugün de ilginç kılan öğelerden biri bu aslında: Billy Wilder’ın unutulmaz klasiği “Sunset Blvd. – Sunset Bulvarı” ününü yitirmiş bir Hollywod yıldızının genç bir sanatçının yazacağı senaryo ile hayata dönmeye çalışmasını anlatır bilindiği gibi. Burada da benzer bir “Holywood Holywood’a bakıyor” hikâyesi var aslında ama senaryo yaşlanan ve şöhretin zirvelerinden hatırlanmıyor olmanın çukuruna düşen karakterlerinin birbiri ile çatışmasının, psikolojik bozuklarının, kardeşlerden birinin karşısındakine eziyet etmeye dönüşen vicdan azabının (yine Davis’in “biz aslında dost olabilirmişiz” dediği sahnenin yürek parçalayıcılığını hatırlayalım) ve diğerinin sakladığı sırrı ile gördüğü şiddet dolu tacizin baskısı arasında kalmışlığının üzerine gitmeyi tercih ettiği için yeterince parlak işlenememiş bu yan hikâye açıkçası.

Film yukarıda bahsettiklerimin yanısıra başka pek çok klasikleşen bölüme de sahip: Crawford’un kardeşinin hazırladığı yemekte ne olduğunu keşfettiği sahne, çaresizlik içinde tekerlekli iskemlesinde dönüp durması vb. kimi sahneler Aldrich’in ustalığı ile öne çıkanlardan ikisi sadece. Bu sahnelerin yanında yine yukarıda vurguladığım gibi film Bette Davis karakterinin “cadılığını” bu kadar öne çıkararak nerede ise bir manyağı karşımıza koyması ve bu kadar gotik görünmeye çalışması ile kendisine zarar vermiş ne yazık ki. Aldrich’in zaman zaman Hitchcock’u hatırlatan tekniklere başvurması (kötürüm Crawford’un merdivenlerden inerek telefona ulaşmaya çalıştığı sahne örneğin, kesinlikle Hitchcock’un tarzını akla getiriyor), ses ve kurgunun başarısı ve elbette Davis ve Crawford ikilisinin varlığı bu filmi kesinlikle “görülmeli” kategorisine yerleştiriyor. Nefret, geçmişe özlem, vicdan azabı ve psikolojik dengesizliklerle dolu bir klasik bu ve görülmeli özetle.

(“Küçük Bebeğe Ne Oldu?”)

Kiss Me Deadly – Robert Aldrich (1955)

“Beni otobüs durağında bırak ve karşılaştığımızı bile unut. Eğer durağa varamazsak, beni hatırla”

Özel dedektif Mike Hammer’ın gece yarısı karşısına çıkan bir kadın ile başlayan ve gizemli bir kutu etrafında dönen bir hikâyesi.

Mickey Spillane tarafından yaratılan Mike Hammer karakterinin filmle aynı ismi taşıyan romanından yapılan bir uyarlama. “Kara Film” tarzının klasik döneminin sonlarında çekilen film bugün bu türün en bilinen örneklerinden birini oluşturuyor. Sertliği ve Amerikan değerlerine bağlılığı (bu arada elbette komünizm karşıtlığı) ile bilinen Hammer karakterinin bu sinema uyarlaması başta tutarlılık ve mantık olmak üzere kimi temel öğeleri yeterince sağlam olmayan bir hikâyeye sahip olsa da türünün klasikleşmiş örneklerinden biri olarak ilgiyi hak ediyor.
Özellikle boşanma davalarında uzman olan özel dedektifimiz işinde etik kurallara pek de önem vermeyen ve örneğin bu arada kendisine aşık olan sekreterini de erkeklerden bilgi almak için kullanmaktan çekinmeyen, yerli/yersiz şiddet kullanımından kaçınmayan ve filmde de örneğin parmakları çekmeceye sıkıştırma sahnesinde olduğu gibi şiddet uygulamaktan zevk alan ve kendisine film boyunca sırnaşan tüm kadınlara soğuk bir öpücükten fazlasını vermeyen bir karakter. Tüm bu özellikler karakterin romandaki orijinal halinden geliyor olsa da senarist A.I. Bezzerides (Samsun doğumlu ve Rum-Ermeni bir aileden geliyor) hem hikâyeye romanda olmayan öğeler eklemiş hem de karakterinin özelliklerini en uç noktalara kadar götürerek bir anti-kahraman yaratmış. Gerek şiddet kullanımı, gerek işini yaparken kullandığı norm dışı yöntemler ve gerekse kadınlara soğuk ve kaba davranışı ile film romandan hayli ileri noktalara gitmiş gibi görünüyor. Özellikle filmde hemen her kadının, hatta kiminin daha ilk görüşte, nerede ise karakterimizi yatağa atmak çabası içindeyken onun soğuk ve uzak duruşu bir parça filmde vurgulanan narsistliğine verilebilir olsa da yine de hayli ilgi çekici bir durum.

Benim adıma kara filmin başyapıtlarından biri değil bu film ama türün özelliklerini başarılı bir biçimde kullandığı da bir gerçek. Öncelikle elbette siyah-beyaz bir film bu ve Ernest Laszlo’nun görüntüleri, zaman zaman başvurulan eğik kamera açıları, gizemli bir öğe ve şüphesiz netameli kadın karakterleri ile film türün meraklılarının beklentilerini rahatça karşılıyor. Eğik kamera açısı ile çekilen merdiven sahnesi, sahildeki yumrukların konuştuğu kavga bölümü ve barda sarhoş olan dedektifimiz veya takip sahnelerinde karakterlerin ayaklarını gösteren kareler gibi etkili kullanılmış klişeler ile film kendisini ilgi ile izletmeyi başarıyor. Buna karşılık başrolde Ralph Meeker’in varlığı ve performansı özellikle başlangıçta yadırgatıyor seyredeni. Fazlası ile yumuşak görünen yüzü ve bir parça fazla dizginlenmiş oyunu ile Hammer karakterinin adamı değilmiş gibi görünüyor ama film ilerledikçe onun karakteri ile bu uyumsuzluğunun sertliğinin ve soğukluğunun etkisini artırdığını düşünmeye başlıyorsunuz. Kadın karakterleri canlandıran Maxine Cooper ve Gaby Rogers ise karakterlerini kara filmin klasikleri arasına sokacak bir performans veremiyorlar ama Gaby Rogers finalde kutuyu açtığı ve sinemanın kült niteliğini kazanan sahnelerinden birinde yer almış olması ile kendisini en azından bilinirlik anlamında kurtarıyor denebilir.

Dinamizmi biraz düşük, hikâyesi biraz tutarsız olsa da filmin bir kült olduğu unutulmamalı. Pandora’nın kutusundan, Medusa’nın kafasına ve Lut’un karısına çeşitli referensları da olan film sinema tarihindeki gizemli nesneler üzerinden ilerleyen filmlerden biri ve kahramanını sevimli göstermeye çalışmaması ile de dikkat çekiyor. Eğlenceli, heyecanlı ve “kara” bir film.

(“Öp Beni Öldüresiye”)