The Trip – Roger Corman (1967)

“Beyninin çalışmasını durdur, rahatla ve kendini akıntıya bırak”

Bir reklam filmi yönetmeninin eşi ile boşanmak üzere olduğu günlerde arkadaşının teşvik etmesi sonucu yaşadığı LSD tecrübesinin hikâyesi.

Düşük bütçeli filmlerin ustası Roger Corman’dan uyuşturucu, daha doğrusu LSD tecrübesi üzerine bir film. Senaryosu Jack Nicholson tarafından kısmen kendi tecrübelerine dayanarak yazılan film tam da dönemin ruhuna uygun hippi havası, Corman’a özgü küçük ve “ucuz” kamera oyunları, kendine özgü kurgusu ve tuhaf havası ile dikkat çeken bir çalışma. Senarist Nicholson ve oyuncular Dennis Hopper ile Peter Fonda’nın hikâyeyi hissetmek için birlikte bir uyuşturucu alemi yapmaları, yönetmen Corman’ın da deneyip sadece olumlu yönde etkilendiği için diğerlerinden “bad trip” kavramını açıklamalarını istemesi gibi tuhaf ve gerçek hikâyeleri de var filmin. LSD’nin reklamını yaptığı gerekçesi ile 1988’e kadar İngiltere’de sinemalarda gösterim izni alamayan çalışma, bugün sinemasal değerinden çok içeriği ve tuhaflığı ile hatırlanıyor daha çok ama yine de seyircisine ilginç bir tecrübe imkânı sunduğu için ilgiyi hak ediyor.

LSD’nin kullanan üzerindeki etkisini anlatmak için yönetmen Corman çoğunlukla hızlı ve kaba bir kurgu tercih etmiş. Kaleydoskop görüntüler, halüsinasyonlar, Che ve Sophia Loren gibi ünlülerin resimlerinin hızlıca görünüp kaybolması veya ABD’nin Castro’yu devirebilmek için istila ettirmeye çalıştığı Domuzlar Körfezi’nin adının söylenmesi gibi işitsel ama ondan da çok görsel öğelerle seyirciyi etkilemeye çalışıyor Corman film boyunca. Bunu yaparken de çoğunlukla “saykodelik” bir müzikten destek alıyor. Dolayısı ile kahramanının uyuşturucu kaynaklı “trip” deneyimini bir şekilde seyirciye de geçirmeye çalışıyor. Ortaya çıkan sonuç ise kısmi bir başarı aslında. Bir yandan baş roldeki Peter Fonda’nın hayli donuk ve zaman zaman yapay oyunu, diğer yandan seyredeni sık sık yoran ve bazı anlarda hayli basit görünen görsel kurgusu ortalamanın altında bir süresi olan filmin buna rağmen hayli sarkmış görünmesine neden olmuş açıkçası. Corman’ın Poe’dan uyarladığı filmlerinden buraya aktarılmış gibi görünen kimi kareler (ortaçağ kostümleri, cüce, gotik mekanlar vs.) ve kahramanımızın hayatındaki kimi karakterlerle yaşadığı tuhaf maceralar her ne kadar Fonda’nın canlandırdığı karakterin “trip” sırasında yaşadığı gelgitleri yansıtma çabasının aracı olsalar da tam anlamı ile bir bütün oluşturamıyorlar filmde. Bu da Corman’ın bu hikâyesinin sıkça bir görsel karmaşaya dönüşmesine neden oluyor; uyuşturucu kullanımının sonucu olan bir karmaşayı göstermeyi amaçlamış yönetmen ama bu karmaşa gereğinden fazla anlamsız olunca yeterince etki de yaratamıyor seyirci üzerinde.

Büyük bir kısmı baş karakterimizin “trip” sırasında hayal ettikleri (daha doğrusu halüsinasyonları) ile “trip” halindeyken yaptıkları arasında gidip gelen hikâye 1960’ların havasından esintiler getirmesi ile önemli bir yandan da. Her ne kadar hipppi kültürü üzerine yeni bir şey söylemese de ve hatta böyle bir amacı zaten olmasa da ve siyasi veya ekonomik düzenle ilgili elle tutulur bir söylemi olmasa da (televizyon ekranından gelen Vietnam savaşı ile ilgili haber sesi veya reklam yönetmeni olan kahramanımızın kendi çektiği bir reklamı görmek için televizyonda bir filmin reklam arası vermesini kollaması filmin görsel ağırlığı içinde kolayca kaybolup gidiyorlar), karakterlerinin yaşam tarzı, konuşmaları ve düşünceleri bize o dönemden bir şeyler hissettiriyor kesinlikle. Ayrıca halüsinasyon sahnelerinin sersemletici olan (ve böyle olması da amaçlanmış) etkisinin karşısına, çamaşırhanedeki sahne veya kahramanımızın girdiği bir evde küçük bir kızla olan diyalogları gibi sakin ama etkileyici sahnelerin gücünü eklemesi ile zaman zaman dengeli bir hale kavuştuğunu da söyleyelim filmin. Özetle, bugün eskimiş ve yorucu görünen efektleri ve görsel tercihlerine rağmen (veya belki tam da bunlarla birlikte), bu tuhaf film ilgi gösterilmeyi hak ediyor.

(“Trip”)

The Raven – Roger Corman (1963)

Ortasında bir gecenin, düşünürken yorgun, bitkin
O acayip kitapları, gün geçtikçe unutulan,
Neredeyse uyuklarken, bir tıkırtı geldi birden,
Çekingen biriydi sanki usulca kapıyı çalan;
“Bir ziyaretçidir” dedim, “oda kapısını çalan,
Başka kim gelir bu zaman?”

Poe’nun ünlü şiirinden esinlenen ve iki büyücünün kapışmasını anlatan bir hikâye.

Roger Corman’dan bir başka Edgar Allan Poe esintili film. Bu kez bir hikâye uyarlaması değil söz konusu olan; daha önce de Poe uyarlamalarında Corman ile çalışmış olan senarist Richard Matheson ünlü yazarın Amerikan edebiyatının klasiklerinden biri olan şiirinden yola çıkarak bir korku-komedi hikâyesi çıkarmış ortaya. Korku filmlerinin iki ünlü ismini de kadrosunda barındıran film şiir gibi bir klasik olmanın peşinde değil; aksine popüler sularda gezinen ve yaratıcılarının daha önceki Poe uyarlamalarını da alay konusu yapan eğlenceli bir çalışma. Belki bir kahkaha makinesi değil ve komedisi de sık sık kolaya kaçan bir “aptallığa” da başvuruyor ama başta sondaki düello bölümü olmak üzere eğlenceli ve gülümsetmeyi başaran bir film karşımızdaki. Bugün bakınca hayli eskidiğini de kabul etmek gerek.

Poe’nun müzikalitesi, çarpıcı dil kullanımı ve doğaüstü atmosferi ile tanınan şiiri bir hikâye anlatır ve bu hikâyede sevgilisini kaybeden bir genç yavaş yavaş deliliğe kayarken bir kuzgun ile konuşmaktadır. Şiirde kuzgun sadece “bir daha asla – nevermore” kelimesini telaffuz eder ve anlaşılan başka da bir kelime bilmez. Poe’nun bu muhteşem şiirini Corman/Matheson ikilisi bir korku komedisinin kaynağını yaparken ortaya şiirdeki hikâyeden tema açısından pek de iz taşımayan bir eser koymuşlar. Filmdeki kuzgunumuzun çenesi epey düşük ve kaybedilen aşk da üzerinde pek durulmadan geçilen bir konu sadece. Matheson’ın hikâyesi çok da önemli değil aslında ve anlaşılan Corman da tüm akışı sondaki finali düşünerek kurmuş. Efektleri açısından elbette bugünün çok gerisinde olan ve bir Corman filminden söz ettiğimize göre çok düşük bir bütçe ile çekildiği için bu açıdan kendi gününün de gerisinde olan filmin finaldeki düello sahnesi en çarpıcı bölümü. Korku sinemasının iki büyük oyuncusu, Boris Karloff ve Vincent Price, birbirlerini alt etmek için büyü üzerine büyü yaparken Corman kendi çektikleri de dahil korku filmlerinin klişeleri ile dalga geçiyor bu düello boyunca ve kesintisiz bir komedi anı yaratıyor. Bu iki oyuncuya yetenekleri kısıtlı büyücü rolündeki Peter Lorre da uyunca ortaya hayli keyifli bir kadro çıkıyor elbette. Filmin oyuncular açısından asıl sürprizi ise 26 yaşındaki hali ile Jack Nicholson olsa gerek. Yine de bu dört ünlü ismin filmde oyunculuklarının başarısından çok isimleri ile öne çıktığı açık.

Kırmızı mumlardan sisler içindeki eve,örümcek ağlarından evin mahzenindeki mezarlara Corman filmlerinin tipik öğeleri yerlerini elbette almışlar bu filmde de ama bu kez komedinin kaynağı olarak. Mahzendeki eşyaları kaplayan tozdan kapağı açılan tabuttaki ölü adamın yaptıklarına, Corman daha önceki Poe uyarlamalarında ne yaptı ise tersini yapıyor burada. Sonuç ise kesinlikle çok parlak denemeyecek ama eğlencesi de eksik olmayan bir film oluyor. Örneğin bir ZAZ filmi atmosferinden çok uzak bir film The Raven”; komedisi abartıya kaçmayan ve daha sakin ama eğlendirmeyi de bir şekilde başaran bir çalışma bu. Les Baxter’ın müziği özellikle düello sahnesinde filmin eğlencesine hayli yüksek bir katkı sağlıyor ve bu sahnede müzik vals ritminden marş ritmine uzanan farklı biçimleri ile bazen kendi başına bile eğlendirici olmayı başarıyor.

Namussuzların hüküm sürdüğü bir ülkede namusluların bu duruma ne gerekçe ile olursa olsun kayıtsız kalmalarını şiddetle eleştiren söylemi ile takdiri hak eden film, üç oyuncusunun (Karloff, Price ve Lorre) ve yaratıcılarının kendi kariyerlerini oluşturan sinemasal öğeler ile dalga geçebilmeleri ve korku ile komediyi rahatsız etmeden karıştırabilmesi ile ilgi çekebilir. Şiirde bir metafor olan kuzgunun filmde aldığı halden veya şiirin unutma arzusu ile hatırlama arzusu arasında sıkışıp kalan genç kahramanının filmde biraz saf bir büyücüye dönüşmesinden rahatsız olmadan seyredilmesi gerekiyor elbette; daha önce Poe hikâyelerinin sinemasal karşılıklarındaki başarısı ile Corman ve Matheson ikilisinin bu tür fantezilere hakkı olsa gerek. Özetle bir parça aptal bir komedisi olsa da seyredilebilir bir film karşımızdaki.

(“Kuzgun”)

The Pit and the Pendulum – Roger Corman (1961)

“Nerede olduğunu biliyor musun Bartolome? Cehenneme adım atmak üzeresin. Cehennem Bartolome, CEHENNEM!: Ölülerin dünyası, şeytani bölge, lanetli ev, işkence yeri, araf, tamu, ateş, Şeytan, KUYU!… ve sarkaç.”

Kız kardeşinin ölümünü haber alınca İspanya’ya giden bir adamın karşılaştığı korkunç olayların hikâyesi.

Aynı adlı kısa hikâyeden uyarlanan film, yönetmen Roger Corman ve yapımcılar Samuel Z. Arkoff ve James H. Nicholson’ın 1960’ta çektikleri ve gişede büyük başarı kazanan “House of Usher” adlı filmin ardından kotardıkları ikinci Edgar Allan Poe hikâyesi. Yine Vincent Price’ın önemli rollerinden birini üstlendiği çalışma, kimilerine göre Corman’ın en iyi Poe uyarlaması ve orijinal hikâyeyi nerede ise sadece çıkış (daha doğrusu final) noktası olarak kullanmasına rağmen, kendi başına da hayli çekici bir korku filmi olmayı başarıyor.

Poe’nun 1842 tarihli kısa hikâyesi kendisini bir hücrede bulan adamın yaşadığı dehşet ve korkuyu olağanüstü bir üslup ile anlatan bir çalışma ve belki de en az korkunun sahibi kadar korkunun kendisine de odaklanan bir eser. Engizisyon dönemi İspanya’sında geçen hikâyeyi anlatan hücredeki adamın kendisidir ve bu tercih hikâyenin yaşattığı korku duygusunun katlanmasına neden olur. Karanlık hücresindeki derin kuyuya düşmenin kenarından dönen adamın, üzerinde salınıp duran ve her saniye kendisine daha da yaklaşarak alçalan tırpan şeklindeki sarkacı dehşet içinde gözlemesini anlatır hikâye. İşte Poe’nun bu hikâyesini senarist Richard Matheson kendi hikâyesinin nerede ise sonu yapıyor sadece ve bu değişiklik ile yetinmeyip bu korku dolu anların önüne bambaşka bir hikaye yerleştiriyor. Engizisyon geçmişin izleri olarak yine hikâyenin parçası ama burada asıl söz konusu olan engizisyon işkencecisi bir adamın yaptıklarının lanetlediği bir ailenin korkunç hikâyesi. Bu nedenle Poe’nun hikâyesini okumuş olanların filmde bu hikâyenin bir uyarlamasını beklemeleri sadece hayal kırıklığı yaratır; sonuçta karşımızdaki film nerede ise bu hikâyeden bağımsız bir film çünkü.

Corman’ın filmi Poe’nun hikâyesinin önüne eklediği kendi asıl hikâyesi ile Poe’nun eserinin odak noktasını, kuyu ve sarkacı, nerede ise ikinci plana atıyor ve asıl odak noktasını diri diri gömülme korkusuna, engizisyonun lanetine ve bu korku ve lanetin nesnesi olan insanların yaşadıklarına yerleştiriyor. Bu tercihin sonucunda karşımıza çıkan da kendi çapında başarılı bir film oluyor kimi kusurlarına rağmen. Belki “ucuz” görünen ama filme yakışan bir müzik, başarılı bir set tasarımı ve sürükleyiciğini hiç yitirmeyen temposu ile kendisini seyrettirmeyi başarıyor bu film. Kimin kötü, kimin iyi olduğunu, daha doğrusu gerçeğin ne olduğunu seyirciyi hayal kırıklığına uğratmayan şaşırtmalar ile hayli keyifli bir biçimde son anlarına kadar gizli tutmayı beceriyor. Belki bu arada kuyunun ve sarkacın dehşeti kaybolup gidiyor arada ama yine de film ilginçliğini muhafaza ediyor.

Richard Matheson’un senaryosu metnini yine kendisinin yazdığı “House of Usher” ile hayli ortak yanlara sahip: Tekinsizliği anlatan konuşmasız bir giriş sahnesi, sisler içinde gizemli bir koca şato, uşağın içeri almak istemediği bir “yabancı”, şatonun mahzeninde gömülü ölüler vs. Yine ilk filmde olduğu gibi burada da Vincent Price seyirciye ilk göründüğü sahnede aniden açılan bir kapının ardında beliriveriyor. İlk filmde yeterince etkileyici olmayan rüyâ (veya kabus) sahnesinin yerini burada yine pek etkileyici olmayan ve geçmişe dönülen sahneler almış. Bu sahnelerin eksikliğinin temel nedeni ise Price’ın anlatıcı rolünü üstlenmesi ve sahnelerin görselliğini olumsuz yönde etkilemesi. Price filmin ve anlaşılan Corman’ın tam da ihtiyacı olan oyuncu. Burada da gösterişli oyunu ve heybetli fiziği ile işini iyi yapıyor ama kimi sahnelerde, özellikle de gözlerini fıldır fıldır döndürerek oynadığı anlarda, hani nerede ise komedinin kıyısından geçiyor ve korku havasına zarar veriyor bir parça. Diğer oyuncular ise Price’ın gölgesinde kalıyorlar ve genellikle vasat performanslar gösterirken, özellikle genç adam rolündeki John Kerr bir parça zorlama içeren oyunu ile zayıf kalıyor.

Son bölümlerindeki gelişmeleri gereğinden fazla hızlı ele alan, doktorun gerçek niyetini gereksiz bir biçimde önceden ele veren sahnesinin akışına zarar verdiği ve muhtemelen sinema tarihinin en fazla örümcek ağı içeren örneklerinden biri olan çalışma, tipik bir Roger Corman filmi olarak görülmesi gerekli bir klasik özet olarak. Floyd Crosby’nin görüntü yönetmenliğindeki kamera açıları ve filmin genel gotik havasının yanısıra, seslerle, elbette korkunç olanları ile, ilgili de bir eser olan ve mutlaka okunması gereken Poe’nun hikâyesini hatırlatması bile başlı başına bir seyir nedeni.

(“Dehşet Saati”)

House of Usher – Roger Corman (1960)

“Kız kardeşim sizinle evlenemez bayım. Bizim soyumuz lanetlidir”

Nişanlısını bulup onunla evlenmek için evine gelen bir adamın karşılaştığı lanetin hikâyesi.

Edgar Allan Poe’nun “The Fall of the House of the Usher” adlı hikâyesinden düşük bütçeli filmleri ile tanınan Roger Corman’ın uyarladığı bir korku hikâyesi. Corman toplamda sekiz ayrı Poe hikâyesini filme çekmiş ve bu yapım da onların ilki. Corman’ın ilk renkli çalışması olan ve sadece on beş günde çekilen film, aynı zamanda yönetmenin de en büyük bütçeli eseri ama bu “büyüklük” Corman’ın filmografisinin ölçüleri içinde değerlendirilmesi gereken bir büyüklük. Poe’nun en bilinen eserlerinden biri olan hikâyenin bu sinema uyarlaması bugünün alışkanlıkları ve ölçüleri içinde ele alındığında hayli “eski usul” ve efektler de biraz “ucuz” görünebilir ama filmin sinemanın korku klasiklerinden biri olduğunu ve seyrinin hayli keyif (ve korku elbette) verdiğini unutmamak gerek.

Dört karakterin etrafında ve tipik bir korku filmi evinde geçen hikâyede Mark Damon (genç adam), Myrna Fahey (adamın nişanlısı), Vincent Price (kızın ağabeyi) ve Harry Ellerbe (uşak) kendilerinden bekleneni yerine getiriyorlar ama elbette Price bu tür filmlerin gedikli ismi olarak öne çıkıyor. Roger Corman’ın üslubunda aslında pek de orijinal bir yan yok ve Poe’nun hikâyesinde –hikâyeyi de çarpıcı kılan yanlardan biri olarak- seyircinin hayal gücüne bırakılan pek çok unsur filmde fazlası ile gösteriliyor ve sisler içindeki yıkılmakta olan evden evin etrafındaki çorak görüntülü korkunç araziye kadar pek çok şey korku filmlerinin tüm klişe görüntülerinin tekrarı olarak karşımıza getiriliyor. Başlangıç sahnelerinde kamerayı zaman zaman gözetleyen birinin bakış açısı ile kullanan ve hem bu dört karakterli filmin tiyatro havasını akıllıca destekleyen hem de gerilimin artmasını sağlayan Corman sonra bunu bir kenara bırakıyor ve çok da doğru yapmıyor. Vincent Price’ın açılan kapının ardından ilk göründüğü sahne de Corman’ın seyircinin yüreğini hoplatmayı başardığı ve Price’a da çok yakışan anlar olarak dikkat çekiyor.

Corman kendi ölçülerine göre hayli yüksek bütçeli filminde başta evin kendisi ve yangın sahnesi olmak üzere pek çok görsel unsura başvuruyor ve bugün eskimiş görünse de seyirciyi etkilemeyi başarıyor. Ailesinin lanetini taşıyan kızın kıyafetinden mumlara ve koltuklara kırmızı rengi kullanarak hem filme çarpıcı bir renk katıyor hem de Ingmar Bergman’ın ifadesi ile ruhun rengi olan bu renk ile hikâyenin gizemli yanını destekliyor. Corman’ın bu tür tercihlerdeki başarısı keşke oldukça zayıf görünen kâbus sahnesinde de tekrarlanmış olsaydı ve duman ve renkli filtrelere sığınılmış olmasaydı diye düşünmemek elde değil. Belki çok orijinal görünmeyen müzik çalışması ise tipik ve etkileyici bir korku filmi müziği olarak atmosfere kendince katkısını sağlıyor. Vincent Price’ın karakterinin filmin sonuna kadar kötü mü, deli mi yoksa bir lanetin yok olmasını sağlamaya çalışan iyi bir adam mı olduğunun belirsiz bırakılması da filmi seyre değer kılıyor açıkçası.

Corman’ın Poe uyarlamalarının kimilerince en iyisi olarak kabul edilen çalışma özet olarak görüntüleri, set tasarımı ve genel olarak sergilediği atmosferi ile görülmesi gereken bir gotik korku klasiği. Üstelik sadece korku atmosferi için değil, melankolisi, karanlığı ve boğuculuğu ile de dikkat çektiği için.

(“The Fall of the House of Usher” – “Esrarlı Ev”)