“Çok sahiplenici ve talepkârdı. Hep çok iyi başlarlar ama sonra gerçek ortaya çıkar.”
Kahire’de kocasını beklerken bir son aşkın eşiğine gelen bir kadının hikâyesi.
Bir Doğu ülkesinde yeni bir aşkın kenarına kadar gelen ve kocasının yeterince ilgilen(e)mediği bir Batılı kadının hikâyesini anlatan bir film bu. Bir yandan oldukça klişe, bir yandan da bir şekilde dokunaklı bir film. Mısır, Nil, piramitler, yerel düğün, Batılı kadına göz süzerek bakan Doğulu erkekler vb. klişeler çok abartılmasa da filmde yerlerini almışlar elbette. Kocası ortada olmayan ve ne zaman geleceği belirsiz bir kadın Doğulu (Batılılaşmayı henüz becerememiş!) erkeklerin rahatsız edici bakışları ve “Ye Beni” ifadesine kadar uzanan tacizleri altında, hava sıcakken, ülke egzotik ise ve nedense diğer hemen tüm Batılılar sıkıcı iken ve yanıbaşında da yakışıklı ve hem Doğulu güzelliğini ve kültürünü hem de Batı medeniyetine yakınlığını koruyan bir adam varsa ne olur? Elbette aşık olur.
İşte tüm bu yukarıdakilere rağmen filmi yine de çekici kılan iki temel başarısı var; Patricia Clarkson’un her zamanki abartısız ve yalın oyunu ve yönetmenin benimsediği sakin anlatım. Clarkson son bir heyecanın kıyısına gelmiş bir kadının tereddüdünü, kendisine gülümseyen bir mutluluğa yorgun, çekingen ve hüzünlü bakışını çok başarılı bir şekilde yansıtıyor ve “The Bridges of Madison County” filminde Meryl Streep’in çok benzer bir rolde yaşadığı ve seyredene yaşattığı kalmak/gitmek ikileminin sancısını geçiriyor seyredene. Yönetmenin telaşsız ve sadece o sırada orada olduğu için yaşanananlara tanıklık eder gibi kullandığı kamerası filme bir samimiyet katmış görünüyor.
Güzel görüntüleri, güzel şarkıları (Ümmü Gülsüm bile var müzik bandında, daha ne olsun) ve en az o şarkılar kadar etkileyici orijinal müziği ile film, seyircisini dramatik anlamda etkileyecek bir sonuca sahip ama seyrederken sık sık tüm bu Mısır, Doğu, egzotizm, Doğu toplumunda kadın-erkek ilişkileri üzerine yüzeysel kalan değinmeler bir kenara bırakılsa ve film bir “Brief Encounter” olmayı seçseydi ne olurdu diye düşünmemek elde değil. Doğulu tınıları taşımayan her notasında orijinal müzik de tam da bunu söylüyor aslında. Başlarken biten, yarım kalan her şey gibi ağızda acı bir tat bırakmayı yine de bir ölçüde başaran film kapanan asansör kapısı ve öpüşülmeyen öpüşme sahneleri bu fazla yakınına gelinemeyen hedefin işaretlerine de sahip. Kahramanımızın içinde bulunduğu yarım mutluluğu ve artık bir yeni heyecanı yaşayamayacak olmasının burukluğu ile tezat oluşturmak için biraz uzatılmış görünen düğün sahnesinde Patricia Clarkson’un yüz ifadesinin çok iyi özetlediği, küçük, yalın ve hedefini biraz kaçırmış bir film.
(“Kahire Zamanı”)