White Dog – Samuel Fuller (1982)

“Bir saniye! Bu köpeği o hayvanlarla karşılaştırma. Onlar masum! Bu köpek birini daha öldürmeden önce durdurulmalı. Bu köpek hasta!”

Arabası ile çarptığı bir köpeği sahiplenen bir genç kadının, köpeğin bazı insanlara vahşice saldırdığını keşfetmesi ile yaşananların hikâyesi.

Senaryosunu Fransız yazar Romain Gary’nin “Chien Blanc” adlı romanından Samuel Fuller ve Curtis Hanson’ın uyarladığı, yönetmenliğini yine Fuller’ın yaptığı bir ABD yapımı. Gary’nin önce Life dergisinde bir kısa hikâye olarak yayımlanan eseri o tarihlerde eşi olan Jean Seberg ile birlikte başlarından geçen bir olaydan esinlenerek yazılmış. Seberg’in eve getirdiği bir sokak köpeğinin sadece siyahlara saldırmasını anlatan bu yapıtın kaynaklık ettiği film Fuller’ın filmografisine uygun olarak düşük bütçeli bir yapım ve tartışmalı bir konuyu işliyor. ABD’de beyazlar dışındaki grupların haklarını savunmak için kurulan NAACP’nin (National Association for the Advancement of Colored People) boykot tehditleri nedeni ile kısıtlı olarak gösterime sokulabilen ve sonra da 25 yıl boyunca ortadan kaybolan filmde Fuller, romandan farklı bir son seçerek daha da sertleştirdiği bir ırkçılık eleştirisini bu büyük sorunun Amerikan toplumunun kültürel ve toplumsal bir parçası olduğunu göstererek yapıyor. Öğretilen ve karakterin parçası yapılan bir kötülüğün yok edilip edilemeyeceği üzerine düşündürten film Ennio Morricone’nin hikâye için bir parça fazla büyük görünse de etkili müzik çalışması, yalın ve sert dili ve olduğundan daha iddialı görünmeme dürüstlüğü ile ilgiyi hak ediyor. ABD’deki ırkçılık üzerine çekilen filmlerin zamanında haksız bir şekilde bir kenara atılmış bu örneği ilgiyi hak eden, farklı ve önemli bir yapıt.

Romain Gary’nin romanı yazarın ve eşinin otobiyografik hikâyesini anlatırken köpek eğiticisi bir siyah müslüman karakter üzerinden tartışmalara yol açmış zamanında. Köpeğin sadece siyahlara saldırma eğilimini ortadan kaldırarak, yerine sadece beyazlara saldırmasını koyan hayvan eğiticisi karakteri temel olarak bu tartışmalara yol açan unsur. NAACP de bu nedenle daha çekimler sırasında filmi boykot çağrıları yapmaya başlamış ve sonuç Fuller’ın filminin hak ettiği ilgiyi göremeden unutulması olmuş. Oysa Fuller’ın Curtis Hanson ile birlikte yazdığı senaryo toplumdaki içselleştirilmiş ırkçılığı da göstererek, boykot çağrılarında iddia edilenin aksine ırkçılık karşıtı bir yapım olmayı hedefliyor ve başarıyor da bunu. 1980’lerin düşük bütçeli Amerikan filmlerinin mizansenini ve doğrudan havasını fazlası ile taşıyan film orijinal bir sinema diline sahip değil ve bu açıdan özel bir yerde durmuyor ama yine de ele aldığı konu ile kendine has bir hava yakalıyor.

Fuller sineması ile Fransız Yeni Dalga sinemacılarını etkilemiş bir isim; öyle ki Jean-Luc Godard 1965 tarihli “Pierrot le Fou” (Çılgın Pierrot) filminde ona misafir sanatçı olarak bir rol bile vermiş. Godard ve diğerleri büyük yapıtların ve sanatçıların gölgesinde kalan; kendi filmlerini yazan, yöneten ve yapımcılığını da üstlenen ve toplumun ruhuna yalın bir netlikle bakan sinemacıları hep övmüşlerdi ve bu açıdan Fuller tam da o doğru buldukları sinemayı yapan isimlerden biriydi. Yönetmen burada alçak gönüllü bir bütçe ile Amerikan toplumunun ruhunun parçası olmuş ve bugün de pek değişmiş görünmeyen ırkçılığa bir köpek üzerinden bakıyor. Filmde aslında beş ayrı köpek tarafından canlandırılan ve oldukça iyi bir performans(lar)la canlandırılan bir “Beyaz Köpek” anlatılıyor. Köpeğe ve filme adını veren köpeğin rengi gibi görünse de, aslında ismin nedeni bu Alman çoban köpeğinin sadece siyahlara saldırmak üzere eğitilmiş olması ve bu açıdan tam bir “beyaz” olması. Jenerik siyah, beyaz ve gri renklerle hazırlanmış ve bir sahnede de “Köpeklerin dünyası siyah-beyazdır” deniyor ama aslında köpekler grinin tonları, kahverengi, mavi ve sarı bir dünyada yaşıyorlar. Hikâye boyunca adı hiç söylenmeyen köpeğin dünyası ise, siyah ve geri kalan tüm diğerleri olarak ikiye ayrılmış eğiticisi ve sahibi tarafından. Bu eğiticinin kimliği ve sıradanlığı ırkçılığın Amerikan toplumundaki “normal”liğin de bir göstergesi oluyor. Köpeği sahiplenen kadınla bu eğiticinin ve ailesinin karşılaştığı sahne filmin sade ve net sertliğinin örneklerinden biri. Fuller herhangi bir oyuna girişmeden, kendi tarzına uygun bir açıklıkla gösteriyor olan biteni burada tüm hikâye boyunca olduğu gibi.

Oscarlı ünlü görüntü yönetmeni Robert Surtees’in oğlu olan ve özellikle westernlerde ve Clint Eastwood filmlerindeki çalışmaları ile bilinen, kendisinin de Oscar adaylığı bulunan Bruce Surtees’in görüntü çalışması Fuller’ın buradaki mizansen anlayışı ile hayli uyumlu ve özellikle gerilimli sahnelerde doğru çerçevelemelerle, sadece olan bitene odaklanması ile dikkat çekiyor. Onun bu çalışmasının önemli bir destek sağladığı filmde baş kadın karakterinin uzun bir süre boyunca koruduğu kabullenmeme ve eyleme geçmeme yaklaşımını ABD’deki liberallerin karşılığı olarak görmek mümkün ve diğer tüm benzer unsurlarla birlikte düşünüldüğünde hikâyenin metaforlarla dolu olduğunu söyleyebiliriz rahatlıkla. Bir parça kaba görünebilir bu yaklaşım ve açıkçası biraz doğru da bu ama tıpkı Fuller’ın yönetmen olarak tercihi gibi bu senaryo tercihi de onun, mesajını seyirciye iletmek için her aracı kullanmasından kaynaklanıyor olsa gerek.

Irkçılığın iyileştirilebilirliği üzerine ilerleyen film bu açıdan romandan farklı bir sonu tercih ederek daha kötümser ve belki de gerçekçi bir bakışı benimsiyor. Tıpkı romandaki gibi, eğitim işinin ırkçılığın kurbanlarını temsil eden birisine emanet edilmesi hikâyeye ayrı bir ilginçlik katıyor. Bu eğitmenin “Hayvanı eğitmek, sonra tersini öğretmek imkânsızdır” düşüncesinin aksini kanıtlamaya çalışması, toplumda sağlam bir yer edinmiş kötücül inançların yok edilebilirliğine yönelik mücadele ile ilgili bir gönderme olarak değerlendirilebilir. Köpeğin saldırısına uğrayan bir siyah adamın sığındığı ve tamamen ıssız olan kilisede başına gelenler ise benzer insanlık suçlarının karşısında din kurumunun ve onun temsilcilerinin sessizliğini hatırlatıyor.

Filmin korku türünde değerlendirilmesini sağlayacak sahneleri var. Örneğin köpeğin barınaktan kaçtığı sahnede oradaki diğer hayvanların huysuzluğu ve çıkardıkları korkutucu sesler, bir şeytan ruhlu yaratığın hikâyesini seyrettiğimiz filmleri hatırlatan türden. Belli bir etkileyicilik sağlıyor filme bu atmosfer ama hikâyenin meselesini doğaüstü ögeleri çağrıştırarak bir parça bozduğu da bir gerçek. Klasik Amerikan sinemasının isimlerinden Burt Ives’in son çalışmalarından birinde yer aldığı filmde kadını canlandıran Kristy McNichol işini genellikle aksamadan yaparken, eğitmen rolündeki Paul Winfield tam da düşük bütçeli bir filmde rastladığımız türden vurgulu ama sağlam bir performans sunuyor. Diyalogların (örneğin “Senin köpek dört ayaklı bir bomba”) bazen bilinçli olarak bir çizgi roman havası taşıdığı filmin geniş bir şekilde gösterime girmemesinde Fuller’a göre yapımcı şirketin Ku Klux Klan’dan çekinmesi rol oynamış. Dolayısı ile hem siyahlardan hem ırkçı beyazlardan hak etmediği tepkiler alan film ilgiyi hak eden farklı bir eser.

Park Row – Samuel Fuller (1952)

“Özgür basının değerini iyi bil; hem kendin hem mesleğin hem ülken için”

1880 yılında işinden kovulan işine tutkulu bir gazetecinin yeni bir gazete yaratmasının hikâyesi.

Amerikan sinemasının aykırı yönetmenlerinden Samuel Fuller’ın kendi senaryosundan ve hemen tüm varlığını yatırarak kendi yapımcılığı ile çektiği bir film. Açılış jeneriğindeki “Amerikan gazeteciliğine ithaf edilmiştir” yazısından başlayarak her hali ile gazeteciliğe bir güzelleme olarak çekildiği açık olan film Fuller’ın sinema kariyerinden önceki muhabirlik günlerindeki gözlemlerinin kaynaklık ettiği bir çalışma ve adını da 19. Yüzyıl sonlarında New York gazetelerinin pek çoğunun yerleştiği sokaktan alıyor. Baş rollerindeki sinema tarihinin önemli oyuncuları arasına girememiş Gene Evans ve bu çalışmanın ilk ve son filmi olduğu ve otuz sekiz yaşında ölen Mary Welch’in varlıkları, kısıtlı mekanlarda çekilmiş olması ve hikâyenin “küçüklüğü” filmin alçak gönülü yapısının altını çizen kimi öğeler ve bu alçak gönüllü yapı içinde de film sürükleyicilikten ve derinlikten yoksun yapısı ile dikkat çekiyor.

Sadece gazeteciliğe değil özellikle baştaki sahneleri ile anlaşılan girişimciliğe de hayli övgüleri olan bir film bu. Öyle ki basının özgürlüğünün ve tarafsız dürüstlüğünün peşinde görünen gazetecinin, filme mizah havası da katmak için eklenmiş gibi görünse de “haberi önce yaratma sonra yazma” şeklinde özetlenebilecek davranışları ve yine aynı gazetecinin hikâye boyunca gösterdiği şevk ve heyecanın bir yandan da nerede ise ABD’yi kuran öncülerinki gibi yansıtılıyor olması bu düşüncenin doğruluğunu örnekleyen kimi sahneler olarak gösterilebilir. Bunun yanısıra Fuller hikâyesine filme hiçbir şey katmayan ve seyirciye de herhangi bir duygu geçiremeyen, ne iyi oynanmış ne de iyi anlatılmış bir aşk eklemiş ki hiç üzerinde durulmasa çok daha iyi olur. Ana karakterlerden biri olan gazeteci Davenport’un hikâyeden birden bire yok olması ve ne olduğunun geride kalan bir mektup üzerinden anlatılıyor olması muhtemelen filmin düşük bütçesi ile açıklanması gereken ama yine de rahatsız eden bir başka yanı filmin.

Samuel Fuller’ın gazeteciliğe duyduğu saygı ve sevginin her karesine yansıdığı bu film seyirciye bu saygı ve sevginin sinemasal karşılığını çok fazla geçiremiyor ve bu nedenle de gereğinden fazla soğuk görünmesine neden oluyor. O garip aşk hikayesi ise bu soğukluğu geçirmediği gibi aksine artmasına yol açıyor. Yine de film Fuller’ın kimi kamera hareketleri veya gazete ofisindeki tavandan editör masasına doğru sarkan editör makasının kimi sahnelerdeki sembolik kullanımı gibi özellikleri ile dikkat çekebilir. Kaldı ki her ne olursa olsun tarafsız ve özgür gazeteciliği konu edinen ve bunu tamamen iyi niyetler ile oluşturulmuş bir şekilde perdeye aktaran bir filme ilgi göstermemek haksızlık olur. Bu mesleğin belki hiçbir zaman sahip olmadığı ama günümüzde tamamı ile yitirmiş göründüğü özgürlüğe inanan ve bunun için uğraşan idealist bir insanın hikâyesinin bugün bu açıdan gerçekçi görünmemesi ise filmin değil bizlerin kusuru olsa gerek.

(“Gazete”)