Sambizanga – Sarah Maldoror (1972)

“Beyaz, melez, siyah yok; sadece zenginler ve fakirler var. Zengin fakirin düşmanıdır, fakirlerin fakir kalmasını isterler. Zengin vereceğini, fakiri fakir zengini de zengin tutacak şekilde verir. Zenginler olmasa fakirler de olmazdı, hepimiz aynı olurduk. Zenginin parası uyusa, bu onlara daha fazla para kazandırır mı? Mümkün değil. Zengine parayı kazandıran fakirin emeğidir, zengini daha zengin yapar. Peki ya fakirler? Hep aynı dertleri çekerler”

Portekiz’in sömürgesi Angola’da bağımsızlık hareketinin bir parçası olan ve polis tarafından tutuklanan Domingos Xavier adındaki bir işçinin ve onun akıbetini öğrenmek için tek başına yola düşen eşinin hikâyesi.

Portekiz doğumlu Angolalı yazar José Luandino Vieira’nın 1961 tarihli “A Vida Verdadeira de Domingos Xavier” (Domingos Xavier’in Gerçek Yaşamı) adlı romanından uyarlanan senaryosunu Sarah Maldoror, Claude Agostini, Mário Pinto de Andrade ve Maurice Pons’un yazdığı, yönetmenliğini Sarah Maldoror’un yaptığı bir Portekiz Angolası, Fransa ve Kongo Halk Cumhuriyeti yapımı. Yapımcı ülkelerden ikisinin bugün var olmamasının da hakkında çok şey söylediği film politik sinemanın ilginç örneklerinden biri ve Portekizce konuşan Afrika ülkelerinde çekilen ilk sinema yapıtı olduğu gibi, kıtanın Sahra Altı Afrika olarak adlandırılan bölgesinde bir kadın yönetmen tarafından çekilen ilk yapıtlardan biri olması ile de önem taşıyor. Sömürgecilerin şiddetini sakınmadan dile getiren ve hikâyesini süslemeden anlatan film, tamamı amatör olan oyuncularından sade performanslar alabilmesi ve belgesel havasını gerçek kılan “ham” sinema dili ile de dikkat çekiyor. Bir karakterin -bu yazının girişinde yer alan- sözleri dışında, politik bir manifesto olmanın ötesine geçmeyi başaran film, anti-emperyalist ve sınıf mücadelesi odaklı sinema yapıtlarının başarılı örneklerinden biri olarak ilgiyi hak ediyor.

Karayipler’de Fransa’ya bağlı olan Guadeloupe kökenli ailenin çocuğu olarak Fransa’da doğan ve 2020’de Covid-19 nedeni ile hayatını kaybeden Sarah Maldoror’un bu yapıtının o ve diğer yaratıcılarının ve yapımcı ülkelerinin hikâyesi filmi daha iyi anlamaya yardımcı olacak unsurlarla dolu. Senaryonun uyarlandığı romanın yazarı José Luandino Vieira Portekiz’de doğan Angola kökenli bir yazardı ve Portekiz’in faşist yönetimi tarafından eserleri sık sık sansürlenmiş veya yasaklanmış, kendisi de Angola’nın bağımsızlığı için yaptığı çalışmalar nedeni ile hapse atılmış ve bir toplama kampına sürgüne gönderilmişti. Yönetmenin eşi ve filmin senaristlerinden biri olan Mário Pinto de Andrade ise Angola Komünist Partisi’nin ve Angola’nın Bağımsızlığı için Halk Hareketi’nin (İşçi Partisi) kurucularındandı ve o da ülkesi Angola’dan sürgüne gitmek zorunda kalmıştı. Hikâyenin odağındaki Domingos’u canlandıran ve filmde rol alan pek çok kişi gibi bağımsızlık için mücadele eden örgütlere üye olan Domingos de Oliveira da benzer şekilde ülkesi Angola’dan uzakta, Kongo’ya sürgüne gitmişti. Yapımcı ülkelere baktığımızda da benzer bir durum görüyoruz. Fransa kuşkusuz Afrika’da sömürgecilik geçmişi en yoğun olan olan emperyalist güçlerden biriyken, diğer iki yapımcı ülkenin tarihleri de bu geçmişin büyük izlerini taşıyor. Örneğin çekimlerin gerçekleştirildiği Kongo Halk Cumhuriyeti 1969’da kurulup 1992’de yerini bugünkü Kongo Cumhuriyeti’ne bırakan bir Marksist-Leninist devletti. Portekiz Angolası ise Angola’nın Portekiz sömürgesi olduğu dönemdeki adıydı ve Portekiz’de faşist yönetimi deviren Karanfil Devrimi’nden sonra bağımsızlığına kavuşabilen bugünkü Angola’ya dönüşmüştü. “Sambizanga” tüm bu bilgilerin de gösterdiği gibi politik bir sanat eseri olmak için gerekli koşullara sahipti ve Sarah Maldoror bu potansiyelin hakkını vermek için gerekli politik bilinci taşıyan bir sinemacı olarak ortaya türünün önemli örneklerinden birini koydu.

4 Şubat 1961 isyanı Angola’nın tarihinde çok önemli ve film bu isyana giden süreci anlatıyor bir adamın ve eşinin hikâyeleri üzerinden. O tarihte yaklaşık 200 militan aralarında hapishane, polis merkezi ve radyonun da olduğu farklı yerlere saldırarak Portekiz’in sömürge yönetimine karşı silahlı mücadeleyi başlatmıştı. Açılışta karşımıza çıkan bilgilendirme yazısı, “yıllar boyu kent ve kırda mücadele eden binlerce kişi polis terörüne rağmen isyanın yolunu sabırla döşemiş ve siyasi hareketliliği yeraltında örgütlemişti” derken, bu kişilerden birinin de Domingos Xavier olduğunu söylüyor. Taş kırılan ve taşınan bir şantiyede çalışırken görüyoruz onu açılışta. İşini iyi yapan, beyaz ustabaşısı ile arası iyi (“Beyazları iyi tanırım. O beyaz bizim dostumuz”), mutlu bir evliliği ve bir çocuğu olan, iri yarı bir adamdır Domingos. Yaşadığı yerdeki çocuklara, kendi bebeğine ve eşine karşı olan tavırları onun sevecenliğini gösterir bize ama bu yoksul işçinin bir de politik yaşamı olduğunu anlarız hemen. Bir arkadaşına “Portekiz sömürgeciliğine karşı savaşmak için halkı gizlice örgütlenmeye” çağıran bir broşür verirken görürüz onu hikâyenin hemen başlarında. Bu sahneyi sabah yapılan polis baskınında Domingos’un götürülmesi ve eşinin gözaltına alınan kocasını bulmak için çıktığı yolculuk izleyecektir; ama hiç de kolay olmayacaktır bu yolculuk. Bir bağımsızlık savaşçısının her türlü sertliğe başvurmaktan çekinmeyen Portekiz yönetiminin elinden sağ çıkabilmesi pek mümkün değildi ve Domingos da bu küçük ihtimalin gerçekleşmesini mümkün kılabilecek tavizleri verecek bir insan değildi çünkü.

Sarah Maldoror bu hayli politik ve radikal boyutları olan hikayeyi genellikle sade ve bir belgeselcininkine yakın duran bir dil ile anlatıyor. Bu durumun birkaç istisnası var yine de: Örneğin bu yazının girişinde yer alan sözleri dinlediğimiz sahne bir parça daha kısa olabilse kazanacağı daha doğal görünümü yitirmiş bir parça. Kötü beyazların da, gösterilenler muhtemelen hayli gerçek olsalar da, belki bir parça oyunculuklar nedeni ile de, gerektiği kadar gerçekçi çizilmediklerini söylemek gerek. Ne var ki bu örneklerin ilkine bir örgüt yöneticisinin üniversite öğrencilerini “eğittiği” sahnede tanık olmamız, ikincisinin ise bir bakıma sömürgecilerin zulmeden yönetimlerinin sembolü olarak görülebilecek olması, bu sahnelerin rahatsız etmemesini sağlıyor kolaylıkla. Fransız görüntü yönetmeni Claude Agostini ve yönetmenin hareketli kamera kullanımı tercihlerinin sağladığı gerçekçiliğin de katkısı var bu sonuçta kuşkusuz. Kamera bu tür politik filmlerde hemen hep görüldüğü üzere, sık sık “halk portreleri” de getiriyor karşımıza. Halkı bazen çalışırken, bazen olan bitene sessiz tanıklık ederken ve bazen de (özellikle kadının şehre yürüyerek yaptığı yolculuk boyunca olduğu gibi) günlük yaşamlarını sürdürürken görüyoruz. Tüm bu görüntülere zoraki bir belgesel havası yaratmak ya da politik sinema örneklerinin tavrını tekrarlamak için başvurulmamış ama; gördüklerimiz bize o toprakların gerçek sahiplerinin kim olduğunu ve tüm o beyaz sömürgecilerin oradaki varlığının doğal olmadığını gösteriyor güçlü bir şekilde.

Angola halkı arasındaki farklı dayanışma örneklerini gördüğümüz ama beyazların zulüm emirlerini yerine getirmekten çekinmeyen siyahları göstermekten de geri kalmayan filmin müzikleri ve şarkıları da çok doğru seçilmiş. Örneğin hücredeki erkek mahkûmların gittikçe tonu yükselen bir şekilde seslendirdikleri ve kamera hapishane dışına çıktığında dokunaklı bir kadın sesi ile devam eden şarkının (“Öldü / Onu asla unutmayalım”) eşlik ettiği hayli güçlü görüntü (bir ölünün yüzünü sevgi ve özenle temizleyen adam) ortak bir ideal peşinde olanlar arasında varlığı gerekli olan dayanışmanın resmini çiziyor bize. Kongolu vokal grubu Les Ombres ve kadın solistleri Ana Wilson’ın (özellikle de kadının köyünden şehre yaptığı yolculuğa da eşlik eden “Caminho do Mato” (Çalılık Yol) şarkısı) ve modern Angola müziğinin kurucularından biri olarak kabul edilen Ngola Ritmos’un müziklerini film hikâye anlatmanın bir aracı olarak kullanıyor oldukça etkileyici bir şekilde. Sadece bir duyguyu yaratmak / desteklemek ve bir atmosferi güçlendirmek için değerlendirilmemiş bu müzikler; örneğin “Caminho do Mato”nun akapella versiyonunda sözcükler arasındaki sessizlikler Angola halkının sömürgeci yönetim altında ezilmelerinin ve sessizliklerinin simgesi olmuş adeta.

Hikâyesi üç farklı kanaldan (tutuklanan adam, kocasının akıbetini öğrenmek için yola düşen kadın ve 4 Şubat’taki isyanın başlangıcına giden yoldaki militanlar ve sivil destekçilerinin öyküleri) ilerleyen film bu kanalların karakterlerini doğru zamanlarda bir araya getirirken her bir öykünün diğerini beslemesini ve onu güçlendirmesini sağlıyor. Baskıcı bir yönetim tarafından tutuklanan tüm insanları ve onların başına gelenleri anlamaya çalışanları (Cumartesi Anneleri!) hatırlamamızı sağlayan yapıtta Domingos de Oliveira’nın sade başarısını, eşini canlandıran ve 1975’e kadar yine Portekiz’in sömürgesi olan Yeşil Burun Adaları’ndan bir ekonomist olan Elisa Andrade de tekrarlıyor. Bu iki isim gibi, kadronun geri kalanının tamamının da ilk ve tek sinema tecrübelerinde karşımıza çıktığı film politik sinema türünde direniş ve mücadelede kadınların oynadığı rolün hakkını veren nadir örneklerden biri olmak gibi bir artısı da var. İtalyan sinemacı Gillo Pontecorvo’nun 1966 tarihli başyapıtı “La Battaglia di Algeri”de (Cezayir Savaşı) yönetmenin asistanlığını yapan Sarah Maldoror’un, bu muhteşem filmdeki sinema dilinin izlerini de taşıdığı film “dans edebildiğimiz devrimin gerçek devrim” olduğunu da hatırlatan bir sahnesinin de vurguladığı gibi; dayanışma, özgürlük ve kadın mücadelesinin yanında yaşamın kendisini de kutsayan çok önemli bir çalışma.