“Burası bir savaş alanı dostum. Savaş da para demektir”
Öldürücü düzeyde radyasyona maruz kalan bir nükleer santral çalışanının çaldığı plütonyumu ailesine maddi destek sağlayabilmek için satmaya çalışması ile gelişen olayların hikâyesi.
İlk ve şimdilik son filminde yönetmen Scott Z. Burns eli yüzü düzgün anlatımı ile bir drama el atmış. Bir adamın trajedisi ile küçük/büyük gansgterlerin dünyası arasında dengesini doğru kuramamış görünen film kazaya uğrayan adam rolündeki Paddy Considine ve satışta aracı rolündeki küçük gangster Oscar Isaac’in başarılı oyunları ile aksamadan ilerliyor ama kuramadığı dengesi filme epey zarar veriyor.
Amerikalıların sinemadan esirgedikleri iki büyük potansiyel katkıları var: Başarılı Avrupa veya Doğu filmlerinin tekrarını çekmekten ve ana dili İngilizce olmayan bir ülkede karakterleri Amerikalılar alt yazı okuyamıyor diye İngilizce konuşturmaktan vazgeçmek. Bu film de bu ikinci problemden ciddi bir zarar görüyor. Çekimleri Rusya ve Romanya’da ve hemen tamamı Rus ve Rumen olan oyuncularla gerçekleştirilen filmde oyuncuların aksanlı İngilizceleri filmin her anında kulak tırmalıyor ve bu “sahtekârlıktan” rahatsız olmamak mümkün değil. Özellikle de filmin çocuk oyuncularını bu halde görmek iyice sinir bozucu. Üstelik seyirci ile alay eder gibi kapanış jeneriğinde de Rusça bir şarkıyı dinletiyor bize filmin yaratıcıları. Bu önemli problem bir yana bırakılırsa (veya bırakılabilirse) filmin bir başka başarısız yanı da kahramanının trajedisini zayıflatan “aptal küçük gangster” karakterler. Kendi başlarına ayrı bir filmde eğlendirici olabilecek bu karakterler burada sadece trajedinin etkisini nerede ise doğduğunda yok ediyorlar. Bu karakterlerin sadece “küçüklükleri” ile yetinilse çok daha doğru bir seçim yapılmış olurdu çünkü bu durumda kahramanımızın devletin karşısında, küçük ve iyi yürekli gangsterin de büyük gansgterler karşısında ezilmişliği daha net ortaya çıkar ve film daha net bir mesaj vermiş olurdu diye düşünüyorum.
Perestroyka sonrası kapitalizm ile tanışan Rusya’da fuhuş, haraç, kaçakçılık ile örülü mafyayı da karşımıza getiren film bu yeni düzenin eleştirisine soyunur gibi görünüyor ama en “ateşli devrimci” bakış ile bile bunun ancak düzenin değil bu düzene henüz alışmamış bir ülkede yaşananların eleştirisi olduğunu söyleyebilir. Nükleerin değil nükleeri kötü yönetenlerin Batı’da değil Doğu’da geçen bir hikâye ile eleştirildiği filmde Considine ve Isaac’in etkili oyunları ile karşımıza getirdikleri “baba” rolleri filmin elde tutulur en iyi yanı. Dolayısı ile filmi aileleri ama özellikle de çocukları için her yolu deneyen iki adamın hikâyesi olarak görmek mümkün ve bu bakış filmin gereksiz yere azaltılan trajedisini artırmaya da yardımcı oluyor. Considine karakterinin hikâye boyunca hızla çökmekte olan fiziğini etkileyici bir oyunla aktarırken günümüz İngiliz oyuncuları arasındaki özel yerini bir kez daha gösteriyor. Isaac ise kendisi için hayli tehlikeli sularda yüzmeye çalışan karakterinin acizliğini ve mahkum olduğu sonu inandırıcı biçimde sergiliyor.
Eleştiriye hayli açık yanları bir kenara bırakılıp ve zaman zaman geri plana itilen trajedisine odaklanarak seyredilmesi gereken bir film özetle. Adına nükleer denen korkunç canavarın veya küçüklerin büyüklerin yanında elbette her zaman ezileceği bir düzenin eleştirisi için değil, iki babanın trajedisi için. Elbette bir de Considine ve Isaac için.
(“The Half Life of Timofey Berezin”)