Bronenosets Potemkin – Sergei M. Eisenstein (1925)

“Yoldaşlar, sesimizi yükseltmenin zamanı geldi. Neyi bekliyoruz? Bütün Rusya ayakta. Bizler sona mı kalacağız?”

1905 Rus Devrimi sırasında gemilerindeki insanlık dışı koşullara ve baskıcı yönetime isyan eden denizcilerin hikâyesi.

Sinema tarihinin dâhilerinden Sergei Eisenstein’ın 1925 tarihli başyapıtı. Tüm zamanların en iyileri listesinde, bazen de bir numarada olmak üzere hep yer bulan ve sinemanın neden bir sanat olduğunun en güçlü kanıtlarından biri olan bir yapıt. Nina Agadzhanova’nın senaryosuna Eisenstein ve Grigoriy Aleksandrov’un da katkı sağladığı, ara yazılarını Nikolay Aseev ve Sergey Tretyakov’un hazırladığı film sinema okullarında ders niyetine gösterilen “Odesa Merdivenleri” bölümünden hikâyesine, kurgusundan kamera kullanımına ve sinemanın kitleleri yücelten en parlak örneği olmasına kadar pek çok özelliği ile tam bir şaheser. Bu çarpıcı yapıt sinemanın nelere muktedir olabileceğini gösterirken; Hollywood’un “Kitleler için bireysel hikâyeler” anlayışının karşısına “Kitleler için kitlesel hikâyeler” seçeneğini koyarak, sinemanın bir sanat dalı olarak kaçırdığı fırsatı da hatırlatıyor.

Farklı ülkelerde komünizm propagandası ve / veya kitleler üzerindeki ajitatif etkisi nedeni ile sansüre uğrayan ve örneğin Birleşik Krallık’ta 1954’e kadar yasaklı kalan film Sovyet Yönetimi’nin 1905 devriminin yirminci yılına adanan çeşitli sanat eserleri üretme planı kapsamında gerçekleştirilmiş ve başta o dönemin farklı olaylarını anlatan uzun bir sinema yapıt(lar)ı olarak planlansa da daha sonra sadece Potemkin Zırhlısı’nda yaşananları anlatacak bir hikâyeye karar verilmiş. 1917’deki Rus Devrimi’nin on iki yıl öncesinde yaşanan ve bu nedenle “İlk Devrim” olarak da anılan ve 1905 yılında ülkenin farklı bölgelerinde kendisini gösteren hareketlenmenin bir parçası olan Potemkin Zırhlısı gemicilerinin bu hikâyesi sadece sessiz sinemanın veya sosyalist sinemanın değil, tüm bir sinema tarihinin kuramsal uygulamalar açısından da en parlak örneklerinden biri ve kimilerine göre de en iyisi. Beş bölümde anlatılıyor hikâye: “İnsanlar ve Kurtçuklar”, “Limanda Dram”, “Ölü Bir Adam Adalet İstiyor”, “Odesa Merdivenleri” ve “Filo ile Karşılaşma”. Bu bölümlerde sırası ile zırhlıdaki kötü yaşam koşulları ve gemicilere uygulanan zulüm; çıkan isyan; ölen isyancılardan biri için limanda halkın toplanması, yas anları ve başlayan hareketlenme; çarlık ordusunun limana inen merdivenlerde sivil halkı katletmesi ve isyancı zırhlının çarın filosu ile karşı karşıya gelmesi anlatılıyor.

Film kıyıya vuran şiddetli ve aralıksız dalgaların görüntüsü ile başlıyor ve bu görüntü iki farklı şey söylüyor bize sanki: Seyredeceğimiz hikâye çok güçlü ve sarsılmaz görünen bir güce karşı inatla savaşanları anlatacaktır ve tıpkı o dalgaların her birini oluşturan milyonlarca damlanın bir bütünün parçası olması gibi, hikâyede de kahramanlar bireysellikleri ile değil, kitlenin ayrılmaz birer parçası ve onun içinde erimiş olarak karşımıza çıkacaklardır. Sosyalist sanatın bireylerin değil, kitlelerin kahramanlığını öne çıkardığını düşünürsek çok doğru bir tercih ve filmin yaklaşımı için de etkileyici bir açılış görüntüsü oluyor bu. Filmdeki ilk ara yazı da burada karşımıza geliyor: “Devrim savaş demektir. Tarihte bilinen savaşlar arasında meşru, haklı, âdil ve gerçek olan tek savaş devrimdir. Rusya’da bu savaş ilan edildi ve başlamış oldu”. Bu sözler Lenin’e ait ve filmin Sovyet rejimindeki hayatı hakkında da önemli bir yere sahip; filmin ilk halinde bu açılışta Troçki’nin sözleri yer alıyormuş ama kendisi gözden düşünce 1925’ten sonra bu sözler çıkarılıp, yerine Lenin’in ifadeleri konmuş. İlk sahnede zırhlıdaki mutsuz denizcileri görüyoruz; yemekleri kurtlanmış etlerle yapılmaktadır, çok ağır bir işi yapmaya zorlanmaktadırlar ve gemideki subaylar da zalimce davranmaktadır onlara. O sıralarda karadaki işçiler arasındaki hareketlenmeyi bilen gemiciler onlara katılmayı konuşmaktadırlar sık sık. İsyanlarını tetikleyen ise yemekten şikâyet ettiklerinde gördükleri şiddetli ve acımasız tepki olur.

Usta görüntü yönetmeni Eduard Tisse’nin hamaklarda nöbet sonrasındaki “ağır ve kasvetli uyku”larını uyuyan denizcileri görüntülediği sahnede parlak bir örneği verilen anlayışı tüm hikâye boyunca koruyor film. Evet; kahraman olan bireyler değil, onların oluşturduğu halktır ama işte her bir birey de değerlidir bu anlayışa göre. Benzer şekilde limanda ve o ünlü merdivenlerde geçen sahnede aynısını halk için de yapıyor kamera ve bir yandan onları bir kitleyi oluşturan isimsizler olarak gösterirken, diğer taraftan da her birine gereken değeri ve saygıyı gösteriyor müthiş görüntüler eşliğinde. Pek çok sahnede bireylerin yüzlerindeki öfke, acı ve kararlılık duygularını yakın planla görüntüleyen kamera bu ve benzer görüntüleri yönetmenin “çarpıcılıkların kurgusu” adını verdiği yöntemle seyircinin karşısına çıkararak mükemmel bir görsellik ve olağanüstü bir etkileyicilik yakalıyor. Kurguyu sinemasının ana unsuru olarak kullanıyor yönetmen ve örneğin Odesa Merdivenleri sahnesinde görüntülerin peş peşe dizilişindeki tercihlerin sadece görsellik açısından değil, içerik açısından da ne derece önemli olduğunu gösteriyor. Sembolleri de ustaca yaratıyor ve kullanıyor Eisenstein; çürümüş et üzerindeki yüzlerce kurdun görüntüsü halkın içinde bulunduğu koşulları yansıtırken, aslan heykellerinin toplar tarafından parçalanması çarlığın sonunu gösteriyor veya bir başka örnekte emekçilerin kapana kısılmışlığının sembolü olacak şekilde üzerlerine kalın bir muşambanın atıldığını görüyoruz denizcilerin. Bu ve daha pek çok örnek filmi sembolizmin kalıpları içine sokmuyor ama; her bir örnek ilgili sahnenin organik bir parçası olduğu gibi, sembolik anlamını bir kenara bıraktığınızda bile gerçekçi bir mana taşıyor çünkü.

Bir din ve kurum olarak kiliseyi de eleştiriyor hikâye: Gemideki papazın, isyanı “Ey Tanrım, itaatsizleri hizaya getir” sözleri ile lanetliyor ve tam da kendi inancının kötülediği “şeytan”a benzer bir şekilde gösteriliyor. Kritik bir sahnede, iktidarı simgeleyen kılıç ve çarlık arması ile birlikte üzerinde İsa olan bir haçı da görüyoruz. Film ezenlerin dini her zaman zalimliklerinin bir aracı ve hatta mazereti olarak kullanmalarını ve oradan aldıkları güçle pervasızca davranmalarını anlatırken dinin sömürünün aracın dönüştürülmesini eleştiriyor.

Önemli sahnelerden birinde isyan sırasında öldürülen bir askerin limanda bir çadıra yerleştirilmesini ve onu görmeye gelen halkı izliyoruz. Cesedin göğsüne yerleştirilen yazıda “Bir kaşık pancar çorbası uğruna” yazmaktadır ve gittikçe artan bir kalabalık şeklinde onu görmeye gelen halk başında yas tutmaktadır gemicinin. Bu sahnede öfke, acı, isyan ve devrim kararlılığını elle tutulur derecede somut bir biçimde gösteriyor film ve şehirde yavaş yavaş büyüyen isyanın ateşini toplananların yüzlerinde görmemizi sağlıyor. Sonrasında gelen ve çarlık ordusunun halka merdivenlerde ateş açtığı sahne ise halkın sıkılı yumruğuna verilen zalimce bir tepkiyi olağanüstü bir sinema duygusu ile aktarıyor. Üzerine çok yazılmış, çok tartışılmış ve defalarca görüldüğünde bile her defasında aynı güçlü etkiyi yaratan bir bölüm bu. Eğer sinema tarihinden “has bir sinema duygusu”nun ne olduğunu anlatacak tek bir sahne seçmek gerekse rahatlıkla Eisenstein’ın bu parlak başarısı üzerinde uzlaşılabilir. Orijinal senaryoda olmadığını ve çekimler sırasında tasarlandığını düşününce ek bir hayranlık besleyeceğiniz bu sahnede kurgunun önemini ve yaratıcılık sürecindeki yerini en ufak bir kuşkuya yer bırakmayacak ölçüde kanıtlıyor Eisenstein. Aslında Odesa’da böyle bir katliam gerçekte yaşanmamış ama isyan tarihinden beş ay kadar önce St. Petersburg’da barışçıl bir protesto eylemi yapan göstericilere çarın askerleri ateş açmış ve 1000’e yakın sivilin ölümüne neden olmuş. Brian de Palma’dan (“The Untouchables”) Terry Gilliam’a (“Brazil”) pek çok sinemacının takdirlerini toplamış ve kendi filmleri için ilham almalarını sağlamış mükemmel bir sahne bu.

Final bölümünde, çarlık filosu ile karşı karşıya kalan Potemkin zırhlısının akıbeti konusunda seyircide merak ve gerilim duygusu uyandıran film aslında konuyu ele alan ilk sinema yapıtı değil. Fransız yönetmen Lucien Nonguet 1905 tarihli sessiz kısa filminde (“La Révolution en Russie“) zırhlının hikâyesini sinema perdesine taşımıştı. Eisenstein’ın filmi ise çekildiği tarihten bugüne değerini hep koruyan ve geçen zamanın yıpratamadığı bir başyapıt olarak hâlâ çok beğeniliyor ve ilk günkü ilgi ile seyrediliyor. İngilizlerin ünlü dergisi Sight & Sound’un 2012 tarihinde eleştirmenler arasında yaptığı bir ankette tüm zamanların en iyi 11. filmi seçilmiş örneğin bu şaheser. Temelde propaganda amaçlı çekilen bir filmin bu başarıya ulaşması ancak yaratıcısının dehası ile açıklanabilir herhalde. Eisenstein, yapıtının değişen kuşaklar üzerindeki gücünü koruyabilmesi için filmin müziklerinin 20 yılda bir yeniden yazılması gerektiğini düşünmüş ve bu düşünceye uygun olarak Edmund Meisel’den Michael Nyman’a ve Pet Shop Boys’a pek çok farklı sanatçı hikâye için kendi müziklerini yaratmışlar bugüne kadar. Filmi bunların her biri ile görmek farklı bir tecrübe yaratacaktır kuşkusuz ve kesinlikle denemeye değer her sinemasever için. Sonuçta Orson Welles, Billy Wilder, Charlie Chaplin ve Michael Mann gibi birbirinden farklı türlerde filmler çeken usta sinemacıların hayranlığını toplamış bir yapıttan söz ediyoruz.

Mühendislik eğitimi görmüş olan Eisenstein yönetmenliğini de bu mühendislik ve matematik bakışı ile şekillendirdiğini söylerken, “Bir filmin çekiciliği, belli duygusal şoklar yaratacağı doğrulanabilen ve matematiksel olarak hesaplanabilen elementlerden oluşur” ifadesi ile işte bu filmde karşılığını bulan bir teorinin sahibi. Filmi olağanüstü kılan tüm bu matematiksel bakışın aksine, yapıtın hemen hiçbir anında bir zorlama duygusu yaratmaması ve seyrettiğinizin doğallığına ve gerçekliğine sizi ikna edebilmesi. Eisenstein’ın dilimize “Film Biçimi” ve “Film Duyumu” adları ile Nijat Özön tarafından çevrilen kitaplarının bu filmi ve genel olarak Eisenstein sinemasını daha iyi anlamak ve değerlendirmek için oldukça yararlı kaynaklar olduğunu da hatırlatalım bu arada.

Politik bir şiir, bir devrim ağıtı ve bir kurgu başyapıtı gibi farklı nitelemelerle anılabilecek olan çalışma, bir devrimi anlatırken sinemada kendisi devrim yapan bir eser. Mutlaka ve birkaç kez görülmeli.

(“Battleship Potemkin” – “Potemkin Zırhlısı”)