“Topun katedralin içinde yerinin olmadığını söylemeniz yeterli değil. O, bir top değil; o, İspanya’nın direnişinin sembolü! O topu buraya getirmek için kaç kişi hayatını verdi biliyor musunuz? Keşke geriye bakıp, ölümle ve kanla çevrili bir dağ geçidinde olanları görebilseydiniz”
Napolyon’un ordularının İspanya’yı işgal ettiği 1810 yılında, geri çekilen İspanyol ordusunun terk etmek zorunda kaldığı devasa bir topu kendi amaçları için ele geçirmeye çalışan İspanyol direnişçiler ve bir İngiliz subayının hikâyesi.
İngiliz romancı C. S. Forester’ın 1933 tarihli “The Gun” adlı romanından Stanley Kramer’ın çektiği bir ABD yapımı. Senaryosu Edna ve Edward Anhalt (ve jenerikte adı geçmeyen Earl Felton) tarafından yazılan film, prodüksiyon sırasında yaşanan ilginç gelişmelerle dikkati çeken ama kendisi o kadar da ilginç olmayan bir çalışma. Kramer’in yönetmenliği ve prodüksiyonu ile öne çıkan çalışma, hikâyesinin pek de başarılı olmaması nedeni ile vasatın üzerine pek çıkamıyor. Romanın adı silahı vurgularken, sinema uyarlamasının -aslında yine silahı anlattığı halde- üç baş karakter arasındaki gurur çatışması ve tutkuya gereğinden fazla odaklanması filmin problemini de işaret ediyor bir bakıma. Ne gururun ne de özellikle tutkunun sinema karşılığını yeterince hissedebildiğimiz çalışma, üç ünlü oyuncusu (Cary Grant, Frank Sinatra ve Sophia Loren) ile yine de belli bir cazibeye sahip. Karakterlerine pek uymuş görünmeseler de bu üç ünlü isim klasik sinemedan izleri getiriyorlar karşımıza ve Kramer’ın yönetmenliği ve kalabalık figürasyonun da katkısı ile filmi izlenebilir düzeye çıkarıyorlar.
Hikâye devasa bir topun yüzlerce insan tarafından İspanya içinde çıkarıldığı uzun yolculuk sırasında yaşananları anlatıyor bize. Romanın konusu buymuş daha doğrusu ama Hollywood buradan yola çıkıp nerede ise topun hikâyesi kadar önemli bir aşk üçgeni de eklemiş senaryoya ve filmin hemen tüm zayıf noktalarının da doğmasına neden olmuş. Oysa bu koca topun insanüstü çabalarla, adeta bir mucize yaratılarak onlarca kilometre taşınması epik bir hikâye zaten ve Stanley Kramer’ın yönetmenliği sayesinde bu destansı yolculuk çekici olabiliyor tek başına. Fena oynamasa da İspanyol gerilla liderinde pek de gerçekçi görünmeyen Frank Sinatra, İngiliz yüzbaşı rolünde klasik oyunlarından birini çıkaran Cary Grant ve bunların ilkine olan minnettarlığı ve ikincisine olan tutkusunun arasında kalan ve performansı aksamayan, direnişçi rolündeki Sophia Loren gibi üç yıldız oyuncunun varlığına rağmen karakterleri topun kendisinin önüne geçemiyor ne yazık ki (ya da iyi ki!). Dağlardan, nehirlerden, dağ geçitlerinden aşırılan ve yüzlerce insanın müthiş bir dayanışma ile hareket ettirdiği top hikâyenin asıl yıldızı olmuş bir bakıma, olması gerektiği gibi. Kendisine önerilen rolü senaryoyu okuyunca reddeden Marlon Brando’ya hak vermemek mümkün değil açıkçası senaryonun vasatlığını görünce.
Saul Bass’ın tasarladığı basit ama güzel açılış jeneriği ile başlayan filmin dış çekimlerinin tamamı ve iç çekimlerinin önemli bir kısmı İspanya’da gerçekleştirilmiş. Beş kez Oscar’a aday olan ama hiç kazanamayan görüntü yönetmeni Franz Planer’ın başarılı çalışması her anında olmasa da topun yolculuğuna epik bir hava kazandırıyor ve İspanya halkının döktüğü terin ve kanın hakkını veriyor çoğunlukla. Topu nehrin karşı yakasına geçirme, bir tepeden önce yukarı çıkarma ve sonra da aşağı indirme sahneleri hayli başarılı örneğin. Çok kalabalık bir figüran kadrosu ve onların doğru bir şekilde yönetilmesi de bu sahnelerin başarısına katkıda bulunmuş görünüyor. Stanley Kramer’ın yönetmenliği bu sahnelerde ne kadar başarılı ve “yeni” duruyorsa, hayli zorlama görünen tüm o romantik sahnelerde o denli “eski” görünüyor. Üç yıldız oyuncu bile bu sahnelerde seyirciye gerçek anlamı ile bir tutku ve rekabeti yansıtamıyor senaryonun vasatlığı nedeni ile. Senaryoyu yazan karı koca Edna ve Edward Anhalt’ın boşanma sürecinde olmasının (ki çekimlerdeki sorunlardan sadece biri bu) filme yansıdığı görülünce destek için Earl Fenton’a başvurulmuş ama o da kurtaramamış bu anları. Sinatra’nın çekimleri erken bitirmek istemesi ve ekibi zorlaması da Kramer’e epey sıkıntı yaratmış. Ciddi kusurları olan senaryonun başardığı ise, iki erkek arasındaki farklılığı konuşmalarına, kararlarına ve duygularına yansıtabilmesi. Zekî, bilgili ve profesyonel İngiliz subayı ile güçlü, cesur ve kararlı İspanyol gerillanın, içine bir kadının da karıştığı çekişmelerini -yeterince güçlü olmasa da- hissettirmeyi başarıyor film.
Bıçaklarla yapılan dövüş veya Fransız birliğinin üzerine yanan saman balyalarının atılması gibi sahnelerle belli bir heyecanı yaratmayı başaran filmde, bu sahnelerin ilkinde adeta bir boğa güreşini hatırlatan bir koreografinin, müziğin ve rüzgâr değirmeninin dönen kanatlarının eşliğinde çekici anlar yaratmış Kramer. George Antheil’in zaman zaman marş havasına bürünen ve bir parça fazla kullanılan ama başarılı müziği, yukarıdakilere ilave olarak katedraldeki dinsel kutlama görüntüleri ve finaldeki ölüme gidildiğini bilmenin neden olduğu sessizlik anları gibi ilginç öğeleri de olan film, finalde “surların önünde öpüşme” sahnesinin sembolü olabileceği zorlama romantizmi, ucuz numaraları ve senaryo problemleri ile vasatın üzerine çıkamıyor ve zaman zaman hantal bir havaya da bürünüyor üstelik.
(“Gurur ve İhtiras”)