“Ya aramızdaki uçurumlar, ailelerimizin düşmanlığı? Korkuyorum, Murat. Aramızda kan var, mezar taşları var!”
Aileleri arasındaki kan davası nedeni ile kavuşmaları imkânsız görünen bir çiftin, kadın zorla bir akrabası ile evlendirilmek istenince kaçmaları ile gelişen olayların hikâyesi.
Yazdığı 300’den fazla senaryo ile sinemamızın en verimli sanatçılarından biri olan ve Yeşilçam’ın pek çok klişesini yaratan Erdoğan Tünaş’ın senaryosundan Süreyya Duru’nun çektiği bir Türkiye yapımı. Romantizm, dram, melodram, trajedi, aksiyon ve hatta komedi türlerinin tümünde gezinen film Duru’nun kendisini hissetirdiği anlar dışında ortalama bir Yeşilçam örneği ve o sinemanın hayranlarını elbette mutlu edecek ama sinema olarak vasatın altında kalan bir çalışma. Diğer tüm karakterleri hemen sadece imkânsız aşkın kahramanları ile olan ilişkileri üzerinden anlatarak onlara bir derinlik katmaya çalışmayan ve finalde dozu iyice artırılan duygusal zorlamaları tüm hikâyesinde barındıran yapıt fanatik Yeşilçam meraklılarının dışında, Duru’nun katkı sağladığı anlar ve görüntü yönetmeni Orhan Kapkı ile birlikte yarattıkları görsellik ile diğerlerinin de ilgisini çekebilir.
“Sayın Filiz Akın, senaryo icabı dahi olsa, dekolte kıyafetler giymeyecek, sevişme sahneleri ve öpüşme olmayacaktır” maddesini koydurmuş filmin başrol oyuncularından Filiz Akın yapımcı firma ile imzaladığı sözleşmeye. Gerçekten de Akın dekolte giyinmiyor ve partneri Kartal Tibet ile el ele tutuşmaktan da ileri gitmiyor bu Yeşilçam filminde. Çekimleri İstanbul’da ve Afyon’da (üzerinde yer alan kamışlardan dolayı bazı bölgeleri çayırlık gibi olan ilginç Eber Gölü, Horan Parkı ve Bolvadin’in köyleri) gerçekleştirilen film Murat adındaki genç bir adamı (Kartal Tibet) kırda atı ile dolaşırken göstererek başlıyor; Yıldırım Gürses’in şarkısı ile eşlik ettiği (“Yıllar var ki hasretiz biz birbirimize / Buluşacak ruhumuz artık beyaz güllerde”) bu sahnede elindeki beyaz gülleri yere bırakıyor Murat ve o uzaklaşırken, adının Mıstık (Sami Hazinses) olduğunu ve Selim Kantar’ın (Atıf Kaptan) evinde çalıştığını sonradan öğreneceğimiz bir adam gülleri neşe ile alıyor ve koşarak, çalıştığı evin kızı olan Zeynep’e (Filiz Akın) götürüyor. Güller bir mesajdır ve Zeynep ile, mutluluk içinde buluşacağı Murat arasında büyük bir aşk vardır. Ne var ki Murat’ın ailesi ile Zeynep’in ailesi arasında yıllardır süren bir kan davası da vardır ve babası kızı yeğeni Bekir (Bilal İnci) ile evlendirmeye karar vermiştir. Onu kan davasından uzak tutan annesi (Sabahat Işık) ve Kantar ailesinden olduğu halde yakın dostu olan asker arkadaşı Hasan (Ahmet Mekin) Murat ve Zeynep’e ellerinden gelen yardımı yapacak ama sonuçta genç âşıklar kaçmak zorunda kalacaktır. Bundan sonrası bir kovalamaca hikâyesidir ve öykü aksiyon, melodram ve trajedi içeriği ile devam ederken, elbette ölümler ve hastalıklar seyirciden gözyaşını talep edecektir baştan sona.
Yeşilçam’ın favori konularından biri olan “kan davasının ayırdığı âşıklar” (“Belki de beyaz gelinliğin yok eder kanlı geçmişi”) burada da hikâyenin merkezinde yer alıyor. İsmet Nedim’in enstrümantal çalışmalarının bolca, hatta çok bolca kullanıldığı bu hikâye karakterlerini kötüler ve ikiler sınıflamasına tabi tutuyor ve finale doğru olan bir vicdan muhasebesi ve bir pişmanlık dışında da hep sadık kalıyor bu ayrıma. Bir tarafta Murat ve ailesi, Zeynep, Mıstık ve Hasan var; diğer tarafta ise Selim, Bekir ve Bekir’in adamları var ve hikâye boyunca çatışıp duruyor bu taraflar. Tüm bu karakterlerin içinde, Yeşilçam klişelerinden nispeten uzak olan Hasan’ın ayrı bir yeri var. Ahmet Mekin’in her zamanki yalın ve olgun performansı ile canlandırdığı Hasan aslında tüm öykünün ilgiyi en çok hak eden karakteri; tamamı ile aşktan, iyilikten ve dayanışmadan yana tavır alan; kişisel çıkarlarının değil, doğru olanın gösterdiği yoldan ilerleyen bu karakter filmin Yeşilçam-dışı unsurlarından biri. “İçine Allah korkusu girdiği” için doğru yolu seçen kötü adam ve âşıkları koruyan mert köylüler gibi karakterler de destekliyor onun tutumunu.
Afyon’daki göl bölgesinden görsel olarak başarı ile yararlanmış film ve genel olarak, seçilen mekânların ilginçliğinin de katkısı ile, Orhan Kapkı’nın kamerası Süreyya Duru’nun sinema dili ile iyi bir uyum yakalamış. Aksiyon sahnelerinde de, dozu kaçırılmış melodram bölümlerinde de yakalanan bu uyum yapıta belli bir değer katmış. Duru’nun dili ve görsellik ile ulaşılan düzey Yeşilçam’ın çok üreten senaristi Erdoğan Tünaş’ın çalışmasında aynı ölçüde gösterememiş kendisini ama ve bunun örneklerinden birisi de Sami Hazinses’in Mıstık karakteri. Onun üzerinden yaratılmaya çalışılan mizaha hiç ihtiyacı yokmuş filmin ve Hazinses de rolünü, anlaşılan kendisinden beklenen şekilde, bu mizahı vurgulamak için abartılı bir vücut dili ile oynayarak problemi daha da büyütmüş. Öyle ki hikâyenin ilerleyen bölümlerinde sesini duyana kadar, kendini ifade etmek için el ve kollarını fazlası ile kullanan karakterinin dilsiz olduğunu düşünebilirsiniz. Bu gereksiz ve zayıf mizahın bir diğer örneği de âşıkların kaçış yolu üzerinde yer alan restorandaki garson karakterinde çıkıyor karşımıza. “İnce hastalık” kurbanı olan karakterin bu hastalığı kapmasını gerçekçi kılacak bir yaşamı olmaması, “içe doğan kötü haber” ve en önemlisi de melodramında sınır tanımayan final bölümünü de diğer örnekleri olarak gösterebiliriz senaryonun problemli yanının. Bu arada final demişken, bir uyarıyı yapmakta da yarar var. Maalesef pek çok Yeşilçam filminin başına geldiği gibi, “Beyaz Güller”in de farklı uzunlukta versiyonları var ortalıkta. HD restorasyonu yapılan ve bein CONNECT gibi yasal bir platformda gösterilen kopyada filmin son 4-5 dakikası eksik ve öykünün çok önemli olayların olduğu bu bölümünün yokluğu filme bambaşka bir son sağlamış. Bu nedenle dikkatli olmak ve 78 dakikalık -ve herhalde- eksiksiz kopyayı görmek gerekiyor öykünün nasıl bittiğini bilmek için.
Geleneksel muhafazakâr değerlerin (Alından öpme veya “Nikâha kadar kutsal bir emanet bana” gibi sözler) ve karşılıklı fedakârlıkların (“Sensiz yaşamaktansa, senin yanında ölmeyi terch etti”) kendisini sık sık gösterdiği filmin bir adı da “Beyaz Mendil” ama bu ismi gerekli veya anlamlı kılacak hiçbir öğe yok filmde. Öyküde bir yeri olan beyaz güllerin vurgusunun kırmızı güllerle neden azaltıldığını anlamak da zor aynı şekilde. Bir çam ağacı ile bir karakterin yaşamının özdeşleştirilmesi veya sinir krizi gibi Yeşilçam’da pek örneği olmayan sahneleri gibi doğru ve farklı yanları da olan filmin tüm aksiyon bölümleri de (arabalı takipler, silahlı çatışmalar, bire bir kavgalar vs.) hem -Yeşilçam ortalamasına göre- başarılı çekimlerle ve hiç de kısa olmayan sahnelerle aktarılmışlar seyirciye ve oyunculuklar açısından Ahmet Mekin ve Bilal İnci’nin öne çıktığı filme belli bir çekicilik katmışlar.
İsmet Nedim’in müzikleri ve yukarıda anılan Yıldırım Gürses şarkısı dışında bir gece kulübü sahnesinde Nesrin Sipahi’nin sesinden “Sen İstedin” isimli şarkıyı da dinleme şansı buluyoruz filmde. Türkçe sözlerini Ülkü Aker’in yazdığı bu şarkı ile ile ilgili ilginç bir bilgiyi de paylaşalım bu arada: ABD’li Bobby Russell’ın “Honey” adındaki bu bestesini ilk seslendiren Bob Shane olsa da, şarkıyı hit yapan bir başka ABD’li şarkıcı Bobby Goldsboro. 1968’de ABD’de 1 numaraya kadar çıkan şarkı ile günümüzde “zararsız (suya sabuna dokunmayan anlamında) pop” gibi ifadelerle ve özellikle sözleri ile dalga geçilirken, Rolling Stone dergisinin “burnu havada” okurları arasında 2011’de yapılan bir ankette “1960’ların En Kötü Şarkıları” listesinde 2. olmuş bu parça. Birinciliği yine 1968 tarihli olan ve ABD’de 4 numaraya kadar çıkan Ohio Express şarkısı “Yummy Yummy Yummy” almış bu ankette.