“Kartal, yuvasına yakışıyor, prensim. Ülkemin tahtından yatak odama ve kalbime kadar her yer sizin yuvanız olacaktır”
Akıncı Beyi Malkoçoğlu’nun Bizanslıların kaçırdığı, Fatih’in topçu ustası Macar Urban’ı kurtarmasının hikâyesi.
Ayhan Başoğlu’nun aynı adlı çizgi roman karakterinin sinemadaki dördüncü uyarlaması. Süreyya Duru ve Remzi Jöntürk’ün birlikte yönettikleri ve senaryonun oluşturulmasında kendilerine Bülent Oran’ın da katıldığı film, başroldeki Cüneyt Arkın’ın bu tür filmlerinin tüm özelliklerini bünyesinde toplayan bir çalışma. Arkın’ın dublörsüz aksiyon sahnelerindeki performansı, Başoğlu’nun karakterine verdiği alaycı üslubu koruması ve hafif dozdaki erotizmi ile meraklılarının ilgi göstereceği bir film karşımızdaki. Elbette senaryonun ciddi problemleri var ve bol bol milliyetçilik ve din propagandası ile “gâvurlar”ın hakkından gelen bir Türk kahramanı ile karşı karşıyayız ama bu filmi izliyorsanız hikâyenin tüm bu yüzeyselliklerine hazır olmanız gerekiyor zaten.
Toplam yedi kez “resmî” olarak sinemaya aktarılmış Ayhan Başoğlu’nun çizgi roman karakteri. 1966 ile 1973 yılları arasında çekilen bu filmleri Süreyya Duru ve Remzi Jöntürk (bazen birlikte) yönetmişler. Bir de Mehmet Aslan’ın yönettiği 1967 yapımı “Akbulut Malkoçoğlu ve Karaoğlan’a Karşı” filmi var ama hem serinin “resmî” bir parçası değil bu çalışma hem de üç ayrı kahramanı bir araya getirirken hem tarihsel hem coğrafî kaydırmaları ile hayli fantastik bir noktada durması ile ayrılıyor diğerlerinden. Yedi filmin sadece sonuncusunda Serdar Gökhan’ın oynadığı seride Cüneyt Arkın altı kez canlandırmış bu karakteri ve hakkını da fazlası ile vermiş. Atlıyor, zıplıyor, uçuyor; aynı anda onlarca düşmanı deviriyor; görev aşkı ile gâvur prensesleri ile yatmaya itiraz etmiyor, sadece kısa bir konuşma yaptığı kadını bile kendisine aşık edip hiç dokunmadan şehvetle titremesine neden oluyor… Bu nedenle film bir Malkoçoğlu filmi olduğu kadar ve belki ondan da çok bir Cüneyt Arkın filmi. Oyunculuktan çok fiziksel becerilerin ön plana çıktığı ve hedeflenenin de zaten bu olduğu filmde, Arkın’ın sinemada hemen hiçbir oyuncunun cesaret etmeyeceği sahnelerin altından başarı ile kalkması filmin en büyük kozlarından biri ve onsuz film çok da “çekici” olmazmış açıkçası. Karakterinin alaycılığına da iyi uymuş Arkın ve bir yandan sevişir, bir yandan dövüşürken hikâyeyi türünün çerçevesi içinde seyredilir kılmış.
1960 ve 70’li yılarda çekilen bu filmler bir bakıma bugünkü Türkiye’nin din ve milliyetçiliğin -üstelik en ucuzundan ve yüzeyselinden- hâkim olduğu havasını anlamaya da yardımcı olabilir. İlk beş on dakikası bile çok şey söylüyor filmin bize: Gâvurların müslümanları kafasını toplu olarak kesme işlemini özellikle yortuya denk getirmelerinden mehter marşına bağlanan bir din, bayrak, millet ve şehit güzellemesine (evet bir “ver mehteri” sahnesi bu, günümüzün moda deyimi ile söylersek), hristiyan prensin karikatürize oyunundan Malkoçoğlu’nun onu onca adamının içinde ve üstelik silahsızken tokatlamasına, propaganda adına yapılabilecek ne varsa yapıyor film. Bizanslı prensin Sırp prensesi ile evlenme çabasını engellemeye çalışıyor Cüneyt Arkın “kâfirin yeni bir Haçlı ittifakı kurması”na engel olmak için ve neyse ki sadece yumruklarını değil, tatlı dilini ve seksî cazibesini de kullanarak bunu başarıyor. Filmde iki karakter hariç tüm yabancılar korkak, seks düşkünü, zalim, sarhoş ve aptal gibi sıfatlarla anılabilecek kişiler; Esen Püsküllü, anlaşılan bir dönem Türk sinemasının kadın oyuncularının hep benimsediği bir biçimde peltek konuştuğu (seslendirmesini Gülen Kıpçak yapsa da anlıyorsunuz bunu) filmin masum prensesi ve sadece bir kez gördüğü Türk erkeğinin kendisinde hiç dokunmadan “orgazm” olarak nitelenebilecek titremelere neden olduğu bir kadın olarak bu kötü olmayan karakterlerden biri. Diğeri ise her ne kadar kötü olmasa da daha çok kendi planının gereği olarak Malkoçoğlu ile işbirliği yapıyor.
Dövüş sahnelerinde -sahnelerin gerçek dışılığını ve saçmalığını hafifletecek şekilde- mizaha da başvuran ama bu tür sahnelerin bazılarında birden bire karşımıza hayli kanlı bir görüntü koyan yönetmenlerin kafasının karışıklığına da tanık olduğumuz filmin senaryosu üç ayrı senariste sahip olmasına rağmen epey problemli. Hayli -ve nedeni açık bir şekilde- uzun tutulmuş bir sahnede on beşinci yüzyıldaki bir dansözün Ravel’in 1928 tarihli Bolero’su ile dans ettiği filmde, bir kaçmayı deneme sahnesi var ki hem gereksiz bir uzunluğa sahip hem de hikâyeye hiçbir şey katmıyor. Kendi içinde bakıldığında vasatın üzerinde olduğunu rahatça söyleyebileceğimiz “çıldırarak ölme” sahnesinde kralın gördüğü ve duyduğunu zannettiği unsurların kaynağının ne olduğunu bize anlatma zahmetine bile katlanmamış senaristler ve sadece sahnenin kendisini dert etmiş gibi görünüyorlar. Su kenarındaki “seven her şeye katlanır” sahnesi ise filmin anlamsız ve gereksiz bir başka sahnesi ve anlaşılan Feri Cansel’in “kötü kadın”ı üzerinden üretilen erotizmin karşısına Esen Püsküllü’nün masumiyeti koyulmak istenmiş burada. Tüm kostümlerin terzinin elinden yeni çıktığını gösteren temizliği veya Esen Püsküllü’nün anlaşılan bir western filmindeki salon kadınından kopyalanmış kıyafeti gibi tipik Yeşilçam özensizliklerinin elbette karşımıza çıkıp durduğu filmin hikâyesinin, tüm sorunlarına karşın bir “kompleks”liğe sahip olmasını takdir etmek gerekiyor yine de.
Birden duyulan bir mehter sesi ile birlikte tüm Bizans askerlerinin başını çevirdiği yönde yavaş yavaş görüntüye giren on akıncının olduğu sahneyi de atlamamak gerek. Başların o yöne çevrilmesinin nedeni duyulan mehter marşı olsa gerek çünkü ortada bir akıncı yok henüz ama bu marşın kaynağı olacak bir mehter takımı da yok ortada! Askerlerin kıyafetlerinin altına okların saplanması için yerleştirilen materyalin kendisini açıkça belli ettiği filmde, Cüneyt Arkın’ın bir sahnede kameraya dönerek ve göz kırparak “Kadın milleti bu; prenses de olsa fark etmez: Hep olmayanı ister, kaçanı kovalar” diye konuştuğu (sinema ve tiyatrodaki deyimi ile söylersek, “dördüncü duvarı yıktığı”) sahne gibi ilginç yanları ve yetersiz koşullar altında çekilmiş olsa da ve top hiç de hedeflendiği gibi görkemli görünüyor olmasa da esirlerin topu taşıması gibi başarılı sahneleri de olan film en azından bir göz atılmayı hak eden bir Malkoçoğlu (veya bir Cüneyt Arkın) filmi özet olarak.