Noche de Fuego – Tatiana Huezo (2021)

“Kızlara ne yapıyorlar, biliyorsun değil mi? Duydun mu bunu? Sana da olmasını istemezsin, değil mi?”

Uyuşturucu kartellerinin egemen olduğu bir kasabada, annesinin insan kaçakçılığı kurbanı olmaktan korumaya çalıştığı bir genç kızın hikâyesi.

El Salvador ve Meksika vatandaşı Tatiana Huezo’nun, senaryosunu Jennifer Clement’in 2014 tarihli “Prayers for the Stolen” adlı romanından uyarladığı ve yönettiği bir Meksika, Almanya, Katar ve Brezilya ortak yapımı. Kısa ve belgesel filmlerle girdiği sinemada, özellikle 2016 tarihli belgeseli “Tempestad” ile önemli bir başarı yakalayan Huezo’nun bu ilk kurgu filmi, pek çok diğer ödülün yanında Cannes’da Belirli Bir Bakış bölümünde de özel ödülün sahibi olmuştu. Şiddet, insan kaçakçılığı ve halkı haraca bağlama gibi suçlarla devlet içinde devlet olan kartellerin hâkim olduğu bir kasabada bir genç kız olarak korkunç tehlikelerle karşı karşıya kalan ve annesinin onu başına geleceklerden korumaya çalıştığı bir genç kızın hikâyesi anlatılan ve film büyürken doğal olarak cinsel kimliğini keşfeden bir genç kızın hayatta kalabilmek için tam da bu kimliğini gizlemek zorunda kaldığı sert ve yoksul bir dünyayı Huezo’nun belgeselci geçmişine layık bir gerçekçilikle resmediyor. Sıkı bir dostluk hikâyesi aynı zamanda bu seyrettiğimiz ve suç örgütlerinin bazı ülkelerdeki hâkimiyetinin de açık bir resmi.

Önce jenerik boyunca sesini duyduğumuz, sonra da görüntülerine tanık olduğumuz bir sahne ile açılıyor film. Elleri ile toprak kazan genç kızları ve sonra da içlerinden birinin o kazdıkları yere yattığını görüyoruz. Çok yakın üç arkadaş olan Ana, Maria ve Paula, erkeklerin çalışmak ve ailelerine para göndermek için büyük şehirlere veya ABD’ye gittiği, kadınların genellikle haşhaş kapsüllerini çizerek afyon üretilen tarlalarda çalıştığı ve devletin kartellerle olan mücadelesini yitirmiş göründüğü bir kasabada yaşamaktadırlar. Bir işyeri açmanın, hatta devletin resmî öğretmeni olarak çalışmanın bile suç örgütünün “koruma bedeli”nin talebini karşılamakla mümkün olduğu bu kasabada, genç kızlar ek bir tehditle karşı karşıyadırlar: Kaçırılmak ve -doğrudan hiç dile getirilmese de, herhalde- fuhuş işinde kullanılmak. Film Ana’nın annesi üzerinden, kadınların kız çocuklarını bu nerede ise kaçınılmaz görünen akıbetten ve “Dün gece bir eve girdiler. Bir kızı aldılar” haberinin konusu olmaktan kurtarma çabasını anlatıyor ki oldukça trajik ve karamsar bir hikâye bu elbette. Üç kız çocuğunun tam da ergenliğe girdikleri çağda cinsiyetlerini gizlemek zorunda kalmaları ve bunun için saçlarını bir oğlan çocuğunki gibi kestirmeye zorlanmaları oldukça güç bir durum kuşkusuz.

Dariela Ludlow’un görüntü çalışmasından önemli bir destek almış yönetmen Huezo. Karakterlere ve mekânlara bir belgesel titizliği ve dürüstlüğü ile yaklaşan filmin bölgenin doğal örtüsünü bir “mikrokozmos” anlayışı ile kullandığı sahnelerde doğadaki diğer canlıların insan denen türün kendi kendilerine ettikleri zulme karşılık, doğal bir alçak gönüllülük içinde sürüp giden yaşamlarını özenle görüntülüyor kamera. Bu sakin doğanın ritmini ve melodisini bozan ise, taş ocağında patlatılan dinamitlerin ve bu patlamaların neden olduğu toz bulutlarının işitsel ve görsel kirliliği oluyor ve film bunu sanki insanların o doğada kurdukları “uygarlığın” başarısızlığının sembolü olarak kullanıyor. Benzer bir biçimde, cep telefonlarının sinyal problemini ve para kazanmak için başka şehirlere / ülkelere giden erkeklere ulaşamama problemini de bir sembolik tercih olarak görmek mümkün.

Büyümeye özenen küçük kızların, dudaklarını bulamadıkları ruj yerine pancar ile boyadıkları bir yaşta saçlarını kestirmek zorunda bırakılmaları (“yarık dudak” sorunu nedeni ile, üç arkadaştan birinin diğer ikisinin karşı karşıya kaldığı tehditlerden muaf olması ve bu nedenle, saçını kestirmesinin gerekmemesi çok şey söylüyor şüphesiz) filmdeki travmalardan sadece biri. Hikâyenin bu ve benzeri karanlık yönleri, ortaya sömürüye açık bir trajediler zinciri çıkarabilirdi kuşkusuz; bunun gerçekleşmemesinin nedeni, yönetmenin dürüstlüğünü ve sahiciliğini hiç yitirmeyen bir yaklaşıma sahip olması. Huezo hikâyesine belgesellerindeki gibi yaklaşıyor ve bu sayede, filmini bir trajedi sömürüsü olmaktan uzak tutuyor.

Hikâyenin ilginç yanlarından biri zaman zaman büyülü bir havaya göz kırpması ama hem bunu dozunda tutması hem de her büyülü ânın gerçekçi bir açıklama ile sona erdirilmesi sayesinde öykünün gerçekçiliğine bir zarar getirilmemesi. Filmin bir diğer başarısı da devletin varlığı, daha doğrusu yokluğunun sonuçlarını çekincesiz bir şekilde karşımıza çıkarabilmesi. Çocukların sağlıkm kontrolleri için ve ancak askerlerin desteği ile köye gelebilen doktorlara ve onları koruyan ordu mensuplarına açık açık meydan okuyor uyuşturucu kartelinin elemanları; öğretmenler ise ya kasabada görev almayı ret ediyorlar ya da kısa sürede vazgeçmek zorunda bırakılıyorlar idealist yaklaşımlarından. “Bu kasabada baş aşağı olan birçok şey var” saptamasını yapan bu öğretmenlerden biri; öldürülen birinin cesedinin, üzerinde bir mesaj bırakılarak yol kenarına atıldığı bu kasabada bir noktaya kadar kalabiliyor ancak. Askerlerin kartel karşısındaki acizliği, haşhaş tarlalarını ilaçlayan helikopterlerin gaz atarken orada çalışan (çalışmak dışında seçeneği olmayan) halkı göz ardı etmesi ve eğitim / sağlık hizmetlerinin bile nerede ise kartellerin izin verdiği ölçüde verilebilmesi kuşkusuz Meksika için pek de parlak bir resim çizmiyor. Bu arada filmde hep bir tedirginlik duygusuna neden olacak şekilde ortaya çıkan helikopterlerin aslında, yasadışı ekilen haşhaşı yok etmek için devlet tarafından kullanıldığını ama kartellerin pilotları tehdit ederek ve / veya rüşvet verek gazı tarlaların olmadığı (ve çoğunlukla halkın bulunduğu) yerlere attırdığını da belirtelim.

Leonardo Heiblum ve Jacobo Lieberman imzalı müziklerin hikâyenin dramını ve karakterlerin yaşam ortamlarının güvensizliğini desteklediği film erkeklerin şiddetleri ve yoklukları ile egemen olduğu bir toplumda kadınların direniş hikayesini anlatıyor bir yandan da. Aileyi ayakta tutmaya çalışan, şiddete karşı şu ya da bu şekilde direnen ve dayanışma örneklerini verenler hemen hep kadın karakterler. Üç arkadaşın “düşünce okuma” oyunu ile manevi, fiziksel yakınlıkları ile maddi boyutu olan bir dayanışma yaratmış olmaları da, bu dayanışmanın sonucu ne olursa olsun, kadınların mücadelesine bir övgü kesinlikle. Şiddeti göstermeden hissettiren yapıt her yıl çoğu kadın binlerce insanın kaçırıldığı bir ülkede, bu şiddetin boyutunu bir küçük kasaba üzerinden anlatıyor ve o istatistiklerdeki rakamları insanların oluşturduğunu anlatıyor bize. 2006 – 2012 arasında başkanlık yapan Felipe Calderon’un uyuşturucu kartellerine savaş ilan ettiği 2006’dan bu yana 80 binin üzerinde insan “kaybolmuş” Meksika’da ve “Tempestad” ile kartellerin kurbanı olan iki kadının öykülerini belgesel formatı ile anlatan Tatiana Huezo, Jennifer Clement’in romanından serbest bir biçimde uyarladığı filmi ile bu kez kurgu olarak el almış aynı dünyayı.

Üç ana karakterin çocukluklarını ve ergenliklerini altı farklı oyuncu ile anlatan yönetmen genç oyuncularını sıkı bir eğitimden geçirmiş ve birlikte uzun süre vakit geçirmelerini sağlamış ki bunun karşılığını da almış görünüyor oyunculuklar açısından. Özellikle Anna’nın küçüklüğünü canlandıran Ana Cristina Ordóñez González’in öne çıktığı kadro yönetmenin gerçekçi yaklaşımına uygun doğal performansları ile filme önemli bir katkı sağlamışlar.

(“Prayers for the Stolen” – “Yangın Gecesi”)