Tinker Tailor Soldier Spy – Tomas Alfredson (2011)

“Birbirimizden pek de farkımız yok. İkimiz de hayatımızı birbirimizin sisteminin zayıf noktalarını bulmak için harcadık. Artık iki tarafta da buna değecek bir şey olmadığını kabul etmenin zamanı gelmedi mi sence?”

Soğuk Savaş döneminde, İngiliz istihbarat örgütü MI6’da Sovyetler hesabına çalışan bir köstebeği bulması için göreve geri çağrılan bir ajanın hikâyesi.

John le Carré’nin 1974 tarihli aynı adlı romanından uyarlanan bir sinema filmi. Yazarın ünlü Smiley karakterinin baş kahramanı olduğu romanlarından biri olan eser, daha önce 1979 yılında dokuz bölümlük bir dizi olarak BBC tarafından uyarlanmış televizyon için. Yönetmenliğini “Låt Den Rätte Komma In – Gir Kanıma” adlı çok başarılı ve farklı vampir filmi ile uluslararası bir üne kavuşan İsveçli Tomas Alfredson’un üstlendiği film, senaristlerinden biri olan (diğer senarist Peter Straughan) ve film gösterime girmeden hayatını kaybeden Bridget O’Connor’a ithaf edilmiş. Sakin ve duru anlatımı, ilerledikçe katmanları birer birer açılan hikâyesi, başta Smiley rolündeki Gary Oldman’ınki olmak üzere çok güçlü bir kadronun sıkı oyunculukları, karmaşık görünümlü hikâyeyi seyirciyi yormadan ama hiç kolaya da kaçmadan gittikçe artan bir gerilim ile besleyen sinema dili ve John le Carré’nin dünyasının görsel karşılığını üretebilmiş olması ile kesinlikle görülmesi gerekli bir çalışma.

Adını bir tekerlemeden alan roman/film 1973 yılında ve Soğuk Savaş döneminde geçiyor ve bize temel olarak, İngiliz MI6 örgütüne sızmış bir köstebeğin kim olduğunu bulma görevi ile daha önce uzaklaştırıldığı işine geri çağrılan Smiley adlı bir karakterin hikâyesini anlatıyor. Aksiyonu kısıtlı olan eser, belki kaba bir sınıflama olacak ama, “düşünen adam” için bir casusluk filmi görünümünde; John le Carré’nin eserlerine aşina olanların muhtemelen kabul edeceği bir sınıflama bu aslında. Film karakterlerinin pisikolojisini ihmal etmeden istihbarat dünyasına tam anlamı ile içeriden bakıyor ve aksiyondan ziyade, adeta iki usta satranç oyuncusunun yaptıkları bir karşılaşmayı canlı izlermiş gibi bir tad veriyor seyredene. İlk bölümleri karakterlerin tanıtımı, bir başka deyişle neyin ne olduğunu anlatma telaşı ile bir parça gereğinden fazla yavaş ilerliyor gibi görünüyor ama sonra yavaş yavaş değişen bu durumu bir kusur olarak görmemek gerekiyor. Tıpkı Gary Oldman’ın müthiş oyunculuğu gibi sakin, her adımın düşünülerek atıldığı, soğukkanlılık ile zekânın birlikte ilerlediği bir anlatım bu. Oldman’ın Smiley karakterinin filmin ilk sahnelerinden itibaren görünmesine rağmen, ilk cümlesini nerede ise yirminci dakikada kurması gibi film de acele etmiyor hiç. Bu tercih silahlarla yapılan bir “sıcak savaş” döneminde değil, istihbarat örgütleri üzerinden kapışıldığı “soğuk savaş” döneminde geçen hikâye için kesinlikle doğru görünüyor.

Budapeşte, Londra ve İstanbul’da geçen (Liverpool ve Paris de var hikâyede ama tamamen iç mekanlarda geçen bu sahneler Londra’da çekilmiş) hikâye bu tür sinemanın olmazsa olmazlarından birini yerine getirerek Avrupa şehirleri arasında dolaştırıyor bizi ama neyse ki sık yapılan bir hatayı yapmıyor ve bizi turistik bir geziye çıkarmıyor. Belki İstanbul’daki görüntülerin bir parça egzotik olduğu iddia edilebilir ama yer aldığı sahnelerin havasına çoğunlukla birebir uyan görüntüler bunlar ve kesinlikle önemli bir rahatsızlık yaratmıyor. Zorlama zekâ oyunlarına girişmeden, seyircisini köstebeği arayış hikâyesinin parçası yapmayı başaran film başta Smiley olarak üzere, çeşitli karakterlerin psikolojisini de ustaca getiriyor karşımıza ve Smiley’nin eşi ile olan problemi öncelikle olmak üzere kimi “yan” hikâyeleri de akıllıca yerleştiriyor olay örgüsüne. Smiley’e yardımcı olan Peter Guillam karakterinin “sırrı” (romana göre bir değişiklik yapılmış burada ki bence kesinlikle doğru bir değişiklik bu) örneğin, hem istihbarat dünyasının acımasızlığına çarpıcı bir örnek olması açısından hem de hayli hüzünlü bir kısa sahnenin konusu olması bakımından çok etkileyici bir biçimde kullanılmış.

Ve kadro… Gary Oldman’ın herhalde “gerçek” Smiley tam da budur dedirten ve ekonomik, sakin ama çok etkileyici olan performansına John Hurt, Colin Firth, Benedict Cumberbatch, Toby Jones, Mark Strong, Ciarán Hinds, David Dencik ve Tom Hardy de aynı başarı ile eşlik ediyorlar ve tam bir takım oyunu örneği veriyorlar seyirciye. İki kadın dışında erkek karakterlerin egemen olduğu film bu cinsin egoları, hırsları, tutkuları ve şiddet duyguları ile örülü bir hikâyeyi bu oyuncuların performansının zenginleştirdiği bir biçimde anlatıyor bize. Alberto Iglesias’ın müziği ve Hoyte Van Hoytema’nın görüntülerine, 1970’lerin havasını başarı ile yansıtan filmin her karesinde hissettirdiği gerçekçilik duygusuna, kameranın adeta dinleme/gözetleme havasını hissettiren bir şekilde kullanımına ve neden altı ay sürdüğünü seyredince anlayacağınız (ve filmin etkileyici soğuk atmosferini oluşturan temel unsurlardan biri olan) kurgusuna (Dino Jonsäter) şapka çıkarılması gereken filmin romandaki kimi detayları (başta köstebek olduğundan şüphelenilen karakterlerin geçmişleri olmak üzere) dışarıda bırakmak zorunda kalması ise zayıflıklarından biri olarak görünüyor. Diğer “zayıf” noktası ise ilk yarım saatinin zaman zaman belki gereğinden fazla ve adeta yavaşlatılmış bir havada geçmesi ve seyirciden bir çaba istemesi ama bu beni pek rahatsız etmedi açıkçası.

James Bond’un gösterişli, abartılı ve masal görünümlü dünyasının bir alternatifini ve gerçek olanını sunan film John le Carré’nin ustalığını bir kez daha hatırlatacak ve onun romanlarını (belki de tekrar) okumayı özendirecek başarısı ile de önemli bir çalışma. Tüm mekan tasarımları ile soğuk, hesaplı ve tedirginlik bir dolu dünyayı karşımıza getiren bu film kesinlikle görülmeli.

(“Köstebek”)