Persian Lessons – Vadim Perelman (2020)

“Farkına varmış olacağın üzere ben iyi bir adamım fakat enayi de değilim. Eğer söylediğin kişi değilsen, bil ki bunu öğrenir ve seni öldürürüm”

İkinci Dünya Savaşı’nda Naziler tarafından öldürülmemek için İranlı olduğunu iddia eden ve götürüldüğü toplama kampında bir subayın kendisine Farsça öğretmesi istediği bir Yahudi adamın hikâyesi.

Alman sinemacı Wolfgang Kohlhaase’nin “Erfindung Einer Sprache” (Bir Dilin İcadı) adlı hikâyesinden uyarlanan senaryosunu Ilya Tsofin’in yazdığı, yönetmenliğini Vadim Perelman’ın yaptığı bir Rusya – Belarus – Almanya ortak yapımı. Sinema Naziler, soykırım, İkinci Dünya Savaşı üzerine yeni ve ilgiyi hak edecek yeni bir hikâye anlatabilir mi sorusuna verilebilecek olumlu bir cevap olarak tanımlanabilecek olan film ilginç ve özgün hikâyesi, başrolllerdeki Nahuel Pérez Biscayart ve Lars Eidinger’in güçlü performansları ve Perelman’ın hiç aksamayan ama daha çok hikâyesinin gücüne yaslanmayı tercih etmiş görünen yönetmenliği ile ilgiyi hak eden bir çalışma. Hikâyesindeki kimi gerçekçilik problemleri ve filmin sinema dili açısından standart bir yaklaşıma sahip olması Perelman’ın yapıtının daha güçlü bir sanat eseri olmasının önünü kesmiş ama yine de ilgi ile izlenebilecek bir çalışma bu.

Belarus tarafından Yabancı Dilde Film dalında Oscar’a aday gösterilen filmin bu başvurusu Oscar komitesi tarafından, yapıtın yaratıcılarının önemli bir kısmının Belarus vatandaşı olmaması gerekçesi ile ret edilmiş. Rusya’nın ise Yabancı Film dalında Altın Küre’ye aday gösterdiği film gerçekten de tam bir uluslararası çabanın ürünü: İki başrol oyuncusundan biri Arjantinli (Bask ve İtalyan kökenli), diğeri Alman; yönetmen Ukrayna asıllı bir Kanada ve ABD vatandaşı; senarist Rus ve film Almanya, Rusya ve Belarus ortak yapımı olarak çekilmiş. Hikâyenin tüm dünya vatandaşlarını ilgilendiren bir insanlık suçunu ele aldığını düşünürsek, aslında belki de tam da olması gerektiği gibi uluslararası bir çabanın ürünü olarak ortaya çıkmış film demek gerekiyor. “Toplama kampında geçen bir yeni hikâye daha” tepkisi ile karşılanabilir film belki başta ama hikâyesinin gücü bu tepkiyi çok çabuk geçersiz kılıyor. Hayatta kalabilmesinin tek yolu bilmediği bir dili öğretmek olan bir adamın o dili önce icat etmesi ve sonra da dersini vermek gibi imkânsız bir işe girişmesi kuşkusuz çekici bir orijinalliğe sahip. Uydurulan her bir kelimeyi hiçbir zaman unutmayacak şekilde ezberlemek zorunda olmak ve yapılacak en ufak bir hatanın, zaten kendisinin kimliğinden şüphelenenlerle dolu bir ortamda ölüm anlamına geldiğini bilmek çok yorucu elbette ve hikâyenin kahramanı Gilles de kritik bir sahnede “Korkmaktan yoruldum” ifadesi ile dile getiriyor bu durumu.

Çok uzun bir geri dönüşle anlatılıyor hikâye. Ormanın içinden geçen tren raylarının üzerinde yürüyen ve hayli bitkin görünen Gilles’i (Nahuel Pérez Biscayart) görüyoruz önce. Bir toplama kampı ile ilgili bir sorgulamadaki konuşmaları duyuyoruz bu görüntünün üzerinde ve açılış jeneriğinden sonra da 1942 yılında ve Fransa’da olduğumuzu belirten bir geri dönüşle asıl hikâye başlıyor. Gerçekte yaşanan olaylardan esinlendiği söylenen filmde üzeri kapalı bir kamyonun arkasında nereye götürüldüklerini bilmeyen Yahudileri görüyoruz ve tedirginlik içinde sohbet eden iki adamdan biri olan Gilles sahip olduğu sandviçin karşılığında kendisine değerli bir kitap öneren bir diğerinin isteğini kabul ediyor. Toplu halde infaza götürülen bu insanlardan tek kurtulan Gilles olacaktır ve bunu Yahudi değil, İranlı olduğunu söyleyerek ve kanıt olarak da henüz birkaç dakika önce edindiği ve İran Mitleri adını taşıyan kitabı göstererek yapacaktır. İnfazı yapanlardan biri komutanlarının İranlı birini aradığını bildiği için, Gilles’i ona götürmeleri gerektiğini ve böylece ödül olarak konserve alabileceklerini söyler ve Gilles için hayli zorlu bir oyun başlar; çünkü tek kelimesini bile bilmediği bir dili icat etmesi ve sonra da öğretmesi gerekecektir kamptaki subaylardan biri olan Klaus Koch’a (Lars Eidinger).

Hikâye etkileyici içeriği gereği ama kimi zorlamalar da yok değil. Subayın savaş sonrasındaki kariyer planı ile sahte İranlının kampta dil hocalığı dışındaki işinin mutfakta çalışmak olmasının ona avantaj sağlamak açısından örtüşmesi, subayın karşısındakini kontrol etmek için sadece uydurmanın tutarlılığına güvenmesi (amaç sözcük öğrenmekse sadece, bir sözlük de o işi görebilirmiş) ve en önemli problem olarak da Alman subaylar ve erler arasındaki aşk, kıskançlık ve hırs hikâyelerinin bir parça yapay görünmesi. Öyle ki bu son problem -öyle ya da değil- Wolfgang Kohlhaase’nin hikâyesine bu karakterler ve gelişmelerin film için eklenmiş gibi görünmesine neden oluyor açıkçası ve bir yapay hava taşıyor. Bunlar pek de önemsiz problemler değil şüphesiz ve Perelman’ın reklamcılık geçmişinden gelen doğrudan anlatım tercihi de filmin sanatsal açıdan daha kalıcı bir etkiye sahip olmasına da izin vermiyor. Perelman’ın yönetmenliğinde aksayan bir nokta yok; hatta fazlası ile “doğru” görünen bir mizansen anlayışı var yönetmenin ki bu da geniş kitlelerin seyir zevkini artırıyor ve kolaylaştırıyor olsa da, sinemanın bir sanat olarak değeri açısından ideal olan değil elbette.

Bir insan kendi uydurduğu bir dilde acı çekebilir mi, bir “köle” “sahip” ile bir çeşit yakınlık kurabilir mi, sevgi kendini birinin yerine feda etmeye kadar götürebilir mi bir insanı, minnettarlık duyulan bir kurban için masum bir başkası kurban edilebilir mi veya katil olmakla katilleri beslemek arasında bir fark var mı gibi soruları seyircinin karşısına çıkaran ve kendi hikâyesi çerçevesinde bu sorulara cevaplar, en azından alternatifler sunan bir film karşımızdaki. 2840 kurbanın ismini ezberinden tek tek sayan bir adamın hikâyesi bu anma sahnesinde olduğu gibi daha başka pek çok etkileyici bölüme de sahip. İnsanın en olumsuz koşullar altında bile hayatta kalma içgüdüsünün canlı kalabileceğini ama öte yandan hayata tutunma çabasının ne kadar yorucu da olabileceğini gösteren film tüm o acının içinde umudu diri tutabilmesi ve bu umudu seyirciye geçirebilmesi ile de önemli. Hikâyenin bizi etkileyebilmesinde iki başrol oyuncusunun da önemli payları var. Başta “120 Battements par Minute” (“Kalp Atışı Dakikada 120” – Robin Campilo, 2017) filmi olmak üzere pek çok sinema yapıtındaki performansı ile bolca ödül kazanan yetenekli oyuncu Nahuel Pérez Biscayart yine çok güçlü bir oyunculuk sunuyor. Genç oyuncu rolüne fiziksel olarak da uygunluğunun yardımı ile başta sona karakterinin hikâyesine ortak ediyor seyirciyi ve kendisi ile birlikte bizi de umut, direniş, acı, yorgunluk arasında sürüklemeyi başarıyor. Sinema perdesinde defalarca hikâyeleri anlatılmış kurbanlardan birinin hikâyesini özgün kılan en önemli unsurlardan biri oluyor oyuncu ve kelimenin tam anlamı ile parlıyor. Alman subay rolündeki Lars Eidinger’in en önemli başarısı ise, karakterini en sıradan sinemaseverin bile yüzlerce örneğini gördüğü Nazi subayları içinde -senaryonun da yardımı ile- farklılaştırabilmesi ve öncelikle bir insan kılabilmesi.

Bir dili yaratmak ve canlı tutmak çabasını anlatan hikâyeyi soykırımla yok edilmeye çalışılan insanları ve onların anılarını canlı tutmanın metaforu olarak görmek mümkün. Buradaki dil uydurulan bir dil olsa da, insanın faşizm gibi toplumları tek tipleştirmeye soyunan tüm ideolojilerin karşısında farklılıklarını koruma çabası bir yandan da anlatılan. Çok dokunaklı son sahnede adları ezberden tek tek sayılan insanların anısı, örneğin Ray Bradbury’nin “Fahrenheit 451” adlı romanında tüm kitapların yasaklandığı bir dünyada direnenlerin kitapları satır satır ezberleyerek onları canlı tutmasını hatırlatıyor. Her ne kadar gerçek bir hikâyeden esinlenilmiştir dense de, gerçekçilik açısından önemsiz olmayan problemlere sahip olan film keşke daha güçlü bir sinema ve daha tutarlı, ayakları yere daha sağlam basan bir senaryoya sahip olsaymış. Yine de anlattığı ve gündeme getirdiği ile önem kazanan bir çalışma olarak ilgi ile seyredilebilir ve Nahuel Pérez Biscayart’ın muhteşem oyunculuğunun tadına keyifle varılabilir.

(“Persischstunden” – “Umudun Dili”)

House of Sand and Fog – Vadim Perelman (2003)

“O bir kuş, kanadı kırık bir kuş”

Hayatı dağılmakta olan bir kadın ile Amerika’ya göç etmiş bir İranlı’nın bir evin mülkiyeti üzerindeki üzerindeki kavgalarının hikâyesi.

Bir evin sahipliğinin ve evin kendisinin odak noktası olduğu bu film hikâyesi boyunca pek çok yan temaya ve genellikle başarılı bir şekilde değiniyor; ev ve aile, kendini evinde hissetmek, sosyal statüler, iktidarını yitirme, başkalarını anlama, sorumluluklar ve sevgi. Yönetmen Vadim Perelman bu ilk sinema filminde inceliklerle örülmüş bir tavırla ve özellikle iki oyuncusununun (karı koca rolündeki Ben Kingsley ve Shohreh Aghdashloo) desteği ile başarılı bir drama imza atıyor.

Şah döneminde İran’da albayken devrimden sonra ailesi ile ABD’ye göç eden adam geride bıraktığı statünün ve gücünü kaybetmenin yıkıcı etkisini üzerinden atamamış ve bir yabancı ülkeye sığınmış olmanın kendisinde yarattığı baskı ile mücadele ediyor. Genç kadın ise kendisini terk eden kocasından sonra dağılan hayatı ile ne yapacağını bilemez bir durumda. Burada bir mülkiyet kavgası var ama alışılagelenin aksine tarafların ikisi de bir şekilde kaybetmiş ve zayıf insanlar, ve bir mülkiyet hırsı değil söz konusu olan burada. İki taraf için de ayakta kalabilmelerinin tek yolu sanki bu evin sahipliği. Bu bağlamda da kavgaları saygı duyulacak bir çatışma aslında. Kadının avukatının bürosundaki ilginç komünist temalı afiş “Your Oppression is Our Revolution – Sizin ezilmeniz bizim devrimimiz demektir” ve bu afişin bir devrimden kaçmış adam üzerindeki etkisinden yola çıkıp filmin bir şekilde politik bir söylemi olduğunu iddia etmek mümkün değil elbette ama yine de gerek filmin yukarıda bahsettiğim temel teması gerek afiş gerekse albayın İran’da Şah döneminin istihbarat teşkilatı olan Savak ile bağlantısının olup olmadığının kısa da olsa sorgulanması filmi en azından benzerlerinden bir parça ileriye taşıyor.

Filmin ilginç görüntü çalışmasından da sözetmek gerek. Genellikle farklı sahneleri birbirine bağlarken görüntüye gelen ilginç kareler (hızla hareket eden bulutlar, sis, çarpıcı bir gökyüzü vs.) filme alttan alta sürekli bir tedirginlik duygusu sağlıyor. Müzik de benzer şekilde bu dramın trajediye dönüşme potansiyelin altını sürekli çiziyor ve tedirginliği artırıyor. Bu tercihler ilk başta yadırgatabilir seyrederken ama filme kattığı tedirginlik duygusunu da yabana atmamak gerekiyor. Yönetmen Perelman bir romandan uyarlanan senaryoyu hikâyenin tonuna uygun ama onu bir şekilde rahatsız etmeden şıklık kattığı bir üslup ile yönetiyor. Genç kadında Jennifer Connely’in iyi, polis sevgilisi rolündeki Ron Eldard’ın durgun bir performans verdiği filmde, ailenin oğlu rolündeki Jonathan Ahdout oldukça aksayan bir performans sergiliyor.

1979’dan 2003’e kadar geçen yirmi dört yılda annenin İngilizcesinin neden az geliştiği gibi aksaklıkları ve adamın geçmişinin bir yandan Şah’la fotoğraf çektirecek kadar yakınlık içinde ama bir yandan da deniz kenarında mutlu aile görüntülerini içeren bir parlaklıkla gösterilmesi gibi “nötr” yaklaşımları bir yana bırakırsanız filme getirilecek temel eleştiriler yukarıda bahsettiğim politik söyleminin belirsizliği durumu ve gereğinden fazla sert görünen finali. Tipik bir Amerikan bakışının İran devrimini doğrulamayacağı açık ama senaryo ne devrim öncesi ne de devrim sonrası ile ilgili bir duruş sergiliyor. Filmin sert finali ise evet sert ama çarpıcı bir tercih. Hikâyelerini aktardığı kaybedenler için bir çıkış olmadığını söyler gibi veya kadının örneğinde olduğu gibi her türlü beklentiden veya zorunluluktan uzak gerçek sevgi dışında bir kurtuluş yolu olmadığını.

(“Sisler Evi”)