Présumé Coupable – Vincent Garenq (2011)

“Sorun imajınızın kirlenmiş olması. Buradan aklanarak çıksanız bile, işinize dönmeniz mümkün değil. Bence başka bir ülkeye yerleşmelisiniz”

Eşi ile birlikte küçük çocuklara tecavüz etmekle suçlanan bir adamın masumiyetini ispatlamaya çalışmasının hikâyesi.

Sinemaya geçmeden önce daha çok televizyon için çektiği belgeseller ile tanınan Fransız yönetmen Vincent Garenq’in bu ikinci sinema filmi yakın tarihli gerçek bir olayı anlatan bir kitaptan senaryolaştırılarak çekilen bir hikâye. Olayın gerçek kahramanının tuttuğu günlüklere dayanan film, en büyük suçlardan birini işlemekle itham edilmiş bir insanın hissettikleri ve belki ondan da fazla adalet mekanizmalarının insanları nasıl kolayca harcayabileceği üzerine ve sık sık hayli etkleyici anlara sahip olan ama bir bütün olarak gerçek bir sinema eseri olmayı tam anlamı ile başaramayan bir çalışma.

Bir gece yarısı evi basılan ve ailesi bile birlikte polis terörüne maruz kalan adamın toplumun kendisine yönelttiği suçlayıcı ve aşağılayıcı bakışların sonucu olarak yavaş yavaş hayatının tüm kontrolünü nasıl kaybettiğini kimi hayli etkileyici olan sahneler eşliğinde anlatıyor filmimiz. Baş roldeki Philippe Torreton’un çarpıcı bir performans sunduğu ve karakterinin şaşkınlık, öfke ve umutsuzluk duyguları arasında gidip gelen ruh halini etkisi üzerinize sinecek bir şekilde seyirciye yansıtmayı başardığı film günümüz Türkiye’si için de hayli özdeşleşmeye imkân verecek bir hikâyeye sahip aslında. Yargısız suçlamalardan yalan tanıklıklara, karşısındakine bir insan olarak değil sadece bir mekanizmanın herhangi bir unsuru olarak ve duygusallığı hiç katmadan ama analitik olmayı da hiç berecemeden bakan yargıçlardan evinizde bulunabilecek sıradan ve size özel bir nesnenin güvenlik güçleri tarafından nasıl kolaylıkla bir delile dönüştürülebileceğine kadar, hikâye adına adalet denen mekanizmanın tüm yozlaşmış parçalarını birer birer karşımıza getiriyor. Filmin temel sorunlarından biri de tam da burada aslında. Senaryonun dayandığı günlüklerdekileri kronolojik ve gerçekten birer birer karşımıza getiren bir yapısı var filmin ve bu da hikâyenin akıcılığına zarar veriyor bir parça. Üç yıl boyunca masum olduğunu haykıran adamın defalarca tekrarladığı intihar girişimleri örneğin, bu havada karşımıza getirilince hayatın gerçekliklerinin sinemasal gerçeklikler ile her zaman örtüşmediğini ve sinemanın bu gerçekçiliği yeniden “yaratması” gerektiğini düşünüyorsunuz.

Filmin bir başka problemi de –doğal olarak- baş karaktere odaklanması ve aynı haksız suçlama ile karşı karşıya kalan aralarında eşinin de olduğu diğer ondan fazla masum insanın hikâyesinin arada kaybolup gitmesi. Böyle olunca özellikle de sondaki gerçeklerin ortaya döküldüğü mahkeme sahnesinde, bu diğer karakterler için bir şey hissedemediğiniz gibi onlara ayrılan kısacık anlar da oldukça sakil duruyor açıkçası. Evet hikâye gerçek ve kahramanımız gibi diğer karakterler de büyük bir haksızlığın pençesinde uzun bir süre acı çekmişler ama yukarıda yazdığım gibi sinemasal gerçeklik başka bir şey ve bu gerçeklik kahramanımız dışındakiler için oluşturulamayınca bir yetersizlik duygusuna kapılıyorsunuz ister istemez. Bu kusurları bir yana film seyirciye geçirmeyi başardığı çaresizlik duygusu ile bile kesinlikle ilgiyi hak ediyor. Buna olayın gerçek olmasını, Philippe Torreton’un çarpıcı performansını ve belki de hepsinden önemlisi adına adalet denen mekanizmanın sıradan insanları nasıl kolayca öğütüp bir kenara atabileceğini göstermesini de ekleyince bu ilginin boşa gitmeyeceğine emin olabilirsiniz.

(“Guilty” – “Yargısız”)