“Yüksek sıcaklıkta yanan her şey saflaşır”
Yerel bir gansgtere âşık olan bir kadının adam için girdiği cezaevinden çıktıktan sonra yaşadığı hayal kırıklığının hikâyesi.
Zhangke Jia’nın yazdığı ve yönettiği, Çin ve Fransa ortak yapımı olarak çekilen bir film. Yönetmenin, çocukluğunda tanıdığı ve hatta kendisine rol model olarak aldığını söylediği bir küçük gansgterden yola çıkarak yazdığı senaryo bir aşk, bağlılık ve ihanet hikâyesi anlatıyor. Cannes’da Altın Palmiye için yarışan film başlarda bir gansgter hikâyesi anlatır gibi olsa da, daha sonra asıl konusuna, bir kadının bağlılık ve fadakârlığının anlatımına sapıyor ve Çin’in hızlı kalkınması ve dönüşümünün sonuçlarını da katarak bir bireysel öyküyü doğru toplumsal boyutlar ile ilişkilendirerek dikkat çekici bir başarıya ulaşıyor. Yönetmenin hemen tüm filmlerinde rol alan ve aynı zamanda eşi olan Tao Zhao’nun Fan Liao ile birlikte mükemmel denecek bir performans sergiledikleri film çağdaş Çin sinemasının önemli yapıtlarından biri.
Filmin orijinal adı “Jianghu’nun Oğulları ve Kızları” anlamına geliyor dilimizde. Jianghu’nun kelime karşılığı “Nehirler ve Göller” ama temel olarak Çin’in eski çağlarında toplumdan ayrı yaşayanların kardeşliği gibi bir anlamı var. Merkezî otorite dışında kalan bir örgütlenmeyi -ille de bir suçla ilişkisi olmadan- ifade eden bu sözcüğü içeren bir isim yerine uluslararası gösterimler için İngilizce olarak farklı bir ad seçilmiş ve bizde vizyona çıktığında da kullanılan ad seçilmiş: Kül en saf beyazdır. Bir sahnede kadın erkeğe “Yanardağ külü çok saf olur, değil mi?” diye soruyor ve adamın “Belki” cevabına karşılık olarak da “Yüksek sıcaklıkta yanan her şey saflaşır” cümlesini kuruyor. İki karakterin de kişisel trajedileri var hikâyede ama asıl yanan (ve saflaşan?) sevdiği adama “Jianghu” geleneklerine uygun olarak sonsuz bir bağlılık gösteren kadın oluyor; rakip çetenin üyeleri tarafından sıkıştırılan ve öldürülmek üzere olan erkeği kurtarmak için adama ait olan ruhsatsız olan silahla havaya ateş ediyor ve beş yıl cezaevinde yatıyor. Erkek ise sadece bir yılını geçiriyor hapishanede ve kadın cezası bittiğinde onunla tekrar bir araya gelmeyi beklerken çok başka bir durumla karşılaşıyor.
Zhangke Jia hemen her zaman yaptığı gibi Çin’in toplumsal, sosyal ve ekonomik değişimini hikâyesine karakterlerin kişisel öykülerinin de bir parçası olacak şekilde yerleştirmiş. Devasa beton apartmanlar heybetli çirkinlikleri ile sık sık görüntüye girerken, ekonomik değeri kalmadığı için kapatılan kömür madenlerinin ve dünyanın en büyük beton yapısı olan Üç Boğaz Barajının (yönetmenin 2006 tarihli “San Xia Hao Ren” (Durgun Yaşam) filminin de göbeğindeydi bu baraj) yöre halkını göç etmeye zorlamasından eski çetecilerin artık “iş adamı” olmalarına ülke tarihinin önemli değişimlerini hikâyenin tam da ortasında yerlerini almış olarak görüyoruz. Kadının hâlâ devrimci inancını koruyan ve ülkedeki “kapitalizm”e kayışa karşı tek başına direnen babasını ve Village People’ın “Y.M.C.A.” şarkısı eşliğinde yapılan toplu dansın ve bir çete liderinin salon danslarına düşkünlüğünün (absürt denecek bir cenaze sahnesinde bu danslardan icra eden bir ikiliyi bile görüyoruz) sembolü olduğu Batılı değerlerin topluma girmesini de katabiliriz bunlara. Kadın silahtan hoşlanmaz (yine ilginç bir dans sahnesi var bununla ilgili) ve artık dönemin değiştiğini söyler adama (öte yandan eski dönemin sadakat gibi değerlerine asıl bağlı olan da odur); oysa adam hiç de o şekilde düşünmemektedir. İlginç olan ise kadın cezaevinden çıktığında yeni dünyaya ve değerlerine erkeğin çoktan uyum sağladığını görür.
Hemen herkesin sürekli sigara içtiği filmde “Hızla gelişen, bir sürü yeni inşaat alanı olan şehirlerin ele geçirilmeyi (yağmalanmayı ve yeni oluşan rantlara el konulmasını) beklediği” (günümüzde Türkiye!) beklediği bir Çin’de geçen hikâyede Tao Zhao’nun canlandırdığı Qiao karakteri hikâyeyi ilgi çekici kılan önemli unsurlardan biri. Akıllı ve inatçı bir kadın o ve kelimenin olumlu anlamı ile oldukça saf: Adama ve aşklarına tam bir bağlılığı var, babası ile çok yakından ilgileniyor ve en zor durumda bile bir çıkış yolu buluyor kendisine. Hikâye boyunca çeşitli oyunlarla ayakta kalmayı başarıyor, özellikle de hapishaneden çıktığında sevdiği erkeğe tekrar ulaşmaya çalışırken. Bedava yemek için bir düğüne karışmaktan “kürtaj oyunu”na, kendisine cinsel beraberlik öneren bir adama oynadığı oyundan aradığı erkeğe ulaşmak için polisi kullanmasına amacı doğrultusunda hiçbir engel tanımadan ilerleyen bir kadın o; buna karşılık hikâyenin “yanan” kişisi de o oluyor. Bununla ilgili üç çok önemli sahne var filmde: Bunların ilkinde kadın ve adam nihayet bir otel odasında tekrar bir araya gelir ve yüzleşirler. İçerdiği tüm trajik unsurlara rağmen dramatik patlamalardan uzak bir şekilde ve tek bir çekimle oluşturmuş bu sahneyi yönetmen ve iki başrol oyuncusunun (Tao Zhao ve Fan Liao) parlak performansları ile önemli bir ustalık göstermiş. Bir diğerinde kadını bir konserde görüyoruz tek başına ve genç pop şarkıcısı bir oğlana ağlayarak eşlik ediyor şu sözlerde: “Aşk kaç kez tekerrür edebilir ki? / Bu hayatta beklemeye değer kaç kişi var ki? / Aşk ateşi sönüp gittiğinde / Tekrar sevmeye cesaretim olabilir mi ki?”. Son bir örnek olarak final sahnesini gösterebiliriz; yaşadığı yerin güvenlik kamerası aracılığı ile görüyoruz kadını burada ve bir bakıma söylediği şarkının sözlerine cevap oluyor bu görüntüler.
Bir ganster hikâyesi olarak başlayıp seyirciye önce bir intikamı ima eden, ardından bir arayış öyküsüne kayan film erkeğin kadına olan tutumu üzerinden bir eril iktidar eleştirisi de yapıyor. Adamın parasız kaldığında ve fiziksel olarak yetersiz bir duruma düştüğünde (gücünü ve dolayısı ile iktidarını kaybettiğinde) ya da yeterliliğine yeniden kavuştuğunda takındığı tavır bu anlamda sert ve yerinde bir erkeklik eleştirisi olurken, kadının aşkının ve sadakatinin sonuçlarına katlanmak zorunda kalsa da kendi ayakları üzerinde durabilmesi, tam tersine bir övgü oluyor aslında. Hikâyedeki erkek karakterler genellikle hep olumsuz özellikleri (suçlu, yalancı, vefasız, güvenilmez vs.) ile resmedilirken, Qiao’nun iki kez ihanete uğrayacak kadar “saf” olmasına rağmen daha güçlü ve dürüst olarak gösterilmesi de yine bu bakışın sonucu olsa gerek.
Yönetmen Zhangke Jia farklı sahnelerde farklı görüntü formatı ve film tipi kullanararak zamanın değişimini anlattığı gibi, o sahnelerin ruhuna en uygun olduğunu düşündüklerini seçmiş. Filmlerinde birbirleri ile ilişkili hikâyeler anlatan ve özellikle ülkenin değişimini hep odağında tutan sinemacının uzun bir döneme, yaklaşık 17 yıla yayılan hikâyesinin her bir bölümünü neredeyse kendi içinde ayrı bir kısa hikâye gibi anlatması da bu farklı format seçimi ile hayli uyumlu. Karakterlerin hayatlarının kontrollerini kaybetmesini, yönetmenin Çin’de bireylerin hayatları ile ilgili hissettiklerinin bir alegorisi olarak görmek de mümkün; sanatçının filmografisindeki diğer yapıtlar düşünüldüğünde de yerine daha çok oturuyor bu bakış. Bir trajedi olarak da görülebilecek hikâyesinde iki başrol oyuncusunun da abartıdan uzak ve dramatik dozu çok iyi ayarlanmış, bir yandan en ufak incelikleri bile hissettirirken öte yandan vurucu gücünü hep koruyan performanslarının da çok önemli katkı sağladığı bu film görülmesi gerekli çağdaş sinema örneklerinden biri kesinlikle.
(“Ash Is Purest White” – “Kül En Saf Beyazdır”)