“Bunu açıklamak zor; sadece bir rüya değil, bir his bu. Bir şey geliyor olabilir, kötü bir şey. Açıklayamıyorum ama bana inanmanı istiyorum”
Gördüğü kâbuslar nedeni ile ailesini yaklaşan bir tehlikeden koruma telaşına kapılan bir adamın hikâyesi.
Jeff Nichols’ın yazıp yönettiği bir ABD yapımı. Başta finali olmak üzere farklı okumalara açık hikâyesi, özenli anlatımı ve iki başrol oyuncusunun sağlam oyunları ile ilgiyi hak eden bir çalışma olan film, özel efektleri çok az kullanıyor ve bunun da sağladığı doğal havası ile gerilimini ve gizemini gerçek kılmayı başarıyor çoğunlukla. Aile geçmişi nedeni ile akıl sağlığından endişesi olan adamın gördüklerinin gerçekliği konusunda hissettiklerini seyirciye geçirmesi başarması ile de dikkat çekilen filmin etkileyici olsa da finali bir parça tartışmalı ve süresi bir parça daha kısa tutulup hikâyenin alçak gönüllülüğüne uygun bir hale getirilebilirmiş gibi de görünüyor.
Hikâyenin dayandığı temel temayı sahip olunan bir değeri/varlığı yaklaşan bir tehlikeye karşı korumak olarak özetlemek mümkün; buradaki değer/varlık aile, tehlike ise korkunç bir yıkıma neden olabilecek bir fırtına. Hikâyenin başında iş arkadaşının “İyi bir hayatın var, bir adama yapabileceğin en iyi iltifat bu galiba: Onun hayatına bakmak ve iyi demek. O adamın doğru şeyler yaptığını gösterir bu” diyerek hayatını takdir ettiği kahramanımızın işte bu sahip olduğu “şey”i koruma kaygısı ile yaptıklarını seyrediyoruz film boyunca. Kendisinden başka kimsenin görmediği şeyleri görmeye, hissetmediklerini hissetmeye başlayan adamın, annesinin o henüz on yaşındayken akıl hastası olması ve evi terk ettikten sonra bir bakım evine yatırılması gibi bir travması var geçmişte ve kendi kendisine verdiği bir söz de sürekli aklında: Asla ailesini terk etmeyecek. Öte yandan küçük kızının sağır olması da hayatındaki bir diğer sıkıntı. Görmeye başladığı kâbusların adamın hayatını esir aldıktan sonra ona “normal” olmayan şeyler yaptırmaya başlamasının, üzerine özenle titrediği ailesini yıkıma götürecek gibi görünmesi, adamın akıl sağlığı konusundaki “belirsizlik” -özellikle de finali düşünürseniz- ile birlikte hikâyenin gerilimini başarı ile oluşturuyor. Yönetmen Nichols’ın kendisine ait senaryoyu ustalıkla anlattığını söyleyebiliriz rahatlıkla. Adamı canlandıran Michael Shannon’ın karakterinin korkularını akıllıca yansıtan oyunculuğu da bu başarılı anlatımı destekliyor ve filmi ilgi ile izlemenizi sağlıyor hikâye boyunca.
David Wingo’nun müziği ve Adam Stone’un görüntüleri hikâye için olması gereken türden: Her ikisi de hikâyenin gerilimini ve tedirgin edici atmosferini beslerken, kendilerini gereğinden çok öne çıkarmıyorlar ve asıl olanın hikâyenin kendisi olduğunu hiç unutturmuyorlar bize. Nichols’ın gerilimini yapaylık hissi uyandırmadan adım adım kurabilmesinden destek alan filmin anlattığını bir üst boyuta taşıyıp, günümüz toplumunda bireylerin sahip olduklarını (akıl sağlığı, aile, refah durumu, iş vs.) korumak için ne kadar güçlü bir mücadele vermeleri gerektiğinin bir sembolü olarak okumak mümkün ve adamın “sıradan” bir birey olması bu kayıpların herkesin her an başına gelebileceğinin sembolü gibi görülebilir bu okumayı destekleyecek şekilde. Yıkımı getirecek olan herhangi bir şey olabilir: İklim değişikliği, terörizm, ekonomik kriz vs. Hikâye sıradan bir bireyin bu gibi tehditler karşısındaki yalnızlığını ve çaresizliğini anlatıyor diye düşünmek mümkün olduğu gibi tüm bunları bir kenara koyarak filmi sadece bir gerilim filmi olarak izlemek de mümkün elbette. Nichols’ın filmin aynı zamanda senaristi olarak bu okumalardan daha büyük olanını tercih ettiği açık ve bunu en çok destekleyen de hikâyenin finali. Açıkçası o zamana kadar özenle kurulan yapıya ve inşa edilen gerilime bu finalin ne kadar hizmet ettiği hayli tartışmalı: Belirsizlik veya şaşırtmaca burada filmin amaçladığı gibi bir darbe etkisi yapmıyor ve doğallık ile sadeliği benimsemiş görünen hikâyenin bu tercihinin uzağına düşüyor biraz.
Hikâyenin bir parça kısaltılmasının daha doğru bir tempoya ulaşılması açısından gerekli göründüğü filmde Michael Shannon’ın, gördüklerinin gerçekliğinden şüphelenen ama bir yandan da bunların gerçek olma ihtimaline karşı tedbirler alan adamı çok çarpıcı bir şekilde oynadığını söylemek gerek. Onun başarılı performansı ve doğal ama sert oyunu olmasa “patlayan öfke” sahnesi örneğin hayli zorlama görünebilirdi. Oyuncunun başarısının bir başka göstergesi de karakteri için seyirci üzerinde bırakmayı başardığı etki: Kendisine sempati duyuyorsunuz ama bir yandan da tedrigin ediyor sizi yaptıkları. Bu ikili duyguyu doğallıktan uzaklaşmadan yaratmak elbette ciddi bir başarı ve eşi rolündeki Jessica Chastain’in de sağlam desteği ile parlıyor oyuncu. Hemen her karesi özenle oluşturulmuş görünen, az sayıdaki özel efektleri başarılı (özellikle yağmur sahneleri çok dikkat çekici) ve geniş açılı çekimleri ile bireyin “küçüklüğünü” görselleştirmeyi beceren film görülmeyi hak ediyor. Yaklaşan tehlike ne olursa olsun, tetikte olma hissini uyandıran ve bu hissi hep diri tutan bir film bu.
(“Sığınak”)