“Onun için ne hissettiğini biliyorum ama bağlılığın da bir sınırı vardır”
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Asya’daki Malaya bölgesinde sömürgeci İngilizler ve komünist gerillalar arasında süren savaş ve kendilerini bu savaşın ortasında bulan karakterlerin hikâyesi.
Avustralyalı yazar ve gazeteci Michael Keon’un “The Durian Tree” adlı romanından, yapımcılığı da üstlenen Karl Tunberg tarafından sinemaya uyarlanan ve Lewis Gilbert’ın yönettiği bir İngiliz yapımı. Bölgeye bağımsızlığını vermeye hazırlanan ama bunu yaparken oluşturdukları kurumların ve kanunların devamını garanti almaya çalışan İngilizlerle bir an önce komünist bir düzeni kurmak için onlara karşı savaşan gerillaların savaşının ortasında aşk hikâyeleri de anlatmaya soyunan film kötü komünistlerle çoğunlukla iyi niyetli ama beceriksiz İngilizler ve apolitik duruşunu korumaya çalışan Amerikalı işadamının temsil ettiği üç farklı yolu getiriyor karşımıza. William Holden, Susannah York, Capucine gibi ünlü isimlere Japon oyuncu Tetsurô Tanba’nın eşlik ettiği film özellikle son yarım saatinde hikâye boyunca aradığı ama pek elde etmiş görünmediği ilginçliği yakalayabilen, bugün biraz eskimiş görünen tarzı ve karakterlerinin çoğunlukla iki boyutlu çizilmiş olması nedeni ile pek kalıcı bir etki bırakamayan bir çalışma görünümünde. Görüntü ve müzikleri ile başarılı görünen film, politik macera türünün parlak örnekleri arasına giremese de yaratacağı nostalji duygusu ile ilgi çekebilir yine de.
Olayların geçtiği tarihlerde bölgede gazetecilik yapan ve kimilerince Batı istihbarat örgütleri için ajanlık yaptığı da iddia edilen yazar Michael Keon karakterlerini kimi gerçek kişilerden esinlenerek oluşturmuş; örneğin komünist gerilla lideri Malaya Komünist Partisi lideri Chin Peng’den alınan ilhamla yazılmış. Bugünkü Myanmar, Malezya, Tayland ve Singapur’u kapsayan bölgenin o tarihlerdeki adı olan Malaya’da yaşananları anlatan filmin politik içeriği üzerinde durmak gerekiyor öncelikle. Film halk tarafından benimsendiğini göstermekle birlikte, komünist örgütü “terörist” olarak sergiliyor hikâye boyunca. “Birinin teröristi bir başkasının kahramanı” sözünü hatırlatan durumları zaman zaman getiriyor karşımıza film ama hikâyenin asıl kötüsü onlar kesinlikle. Hikâye İngilizlere de dokunduruyor ve özellikle bir subay üzerinden onların sert ve haksız uygulamalarını eleştiriyor ama bir köy yakma sahnesinde (evet, bize ayrıca bir şeyleri hatırlatıyor olmalı tüm bunlar!) bu subayın zalim kararı eleştirilirken yaptığını “doğrulayan” bir durumu da gösteriyor bize film. Zaten bağımsızlığı vermeye hazırlanan İngilizler’in beceriksizliği ve halkı/ülkeyi onca yıl sömürgeleri olarak yönetmelerine karşı tanımıyor olmaları da bir eleştiri konusu olarak dikkati çekiyor. William Holden’ın Amerikalı işadamı karakteri ise apolitik ve pragmatik duruşu ile adeta filmin önerdiği yolun temsilcisi gibi konumlandırılmış senaryo tarafından. Apolitikliğin özendirilmesi elbette kendi başına politik bir tercihi işaret ediyor. Burada İsviçreli yazar Max Frisch’in “Politika ile ilgilenmeyen biri, tam kaçınmak istediği şeyi yapar, politik taraf olur: İktidardaki tarafa hizmet eder” sözünü hatırlamakta fayda var. Filmin gerillaların silahlı mücadelesinin karşısına silahsız aktivist eylemleri koyması ise anlaşılabilir ve doğru görünüyor ama bir o kadar da naif bir görünüm bu elbette.
2. Dünya savaşı sırasında birlikte Japonlar’a karşı savaşan üç kişi (daha sonra seçtikleri yol ile tanımlarsak, bir Amerikalı işadamı, bir Malayalı gerilla ve bir yarı Malayalı yarı Fransız öğretmen kadın) arasındaki aşk ve politikanın karıştırdığı ilişkilere İngiliz yöneticinin kızını da ekliyor film ve ortaya bu dört karakterin duygusal bağlarının yarattığı bir karmaşayı koyuyor. Ne var ki bu ilişkilerin tümü de gerçeklikten ve etkileyicilikten uzak görünüyorlar. Örneğin ne İngiliz kızın Amerikalı’ya bu denli çabuk bir biçimde büyük bir aşk hissetmesi ne de işadamının yıllardır yanında tuttuğu ama tamamı ile bağlanmayı kabul etmediği öğretmen kadına birden farklı gözle bakması seyirciye gerçekçi bir şekilde aktarılabiliyor. Hikâyenin belki de en ilginç yanı karakterlerin, yeteri kadar başarılı bir biçimde aktarılamasa da, daha doğrusu karakterlerin iki boyutlu çizilmiş olması nedeni ile seyirci nezdinde heyecan verici olamasa da, her birinin fedakârlık üzerine düşündükleri ve yaptıkları. Beraberinde birey mi toplum mu sorusunu da getiren, ideallerimiz için neyi feda edebiliriz ve bir insana/ideale bağlılığımızın bir sınırı var mıdır sorusunu sorduran içeriği önemli hikâyenin. Ne var ki tüm bunlar yeterince derin ve kışkırtıcı biçimde sorulan sorular değil ve savaş ortasında zaman zaman hayli sakil duran aşk hikâyelerinin yüzeysel parçası oluyorlar çoğunlukla.
Malayalı bir karakteri Japon bir oyuncunun, Japon bir karakteri ise Çinli bir oyuncunun oynadığı film taraf tutmak veya tarafsız olmak ikilemlerini yaşayan karakterlerini karşımıza getirirken, Riz Ortolani’nin müziğinden (hemen hiç susmasa da) ve Freddy Young’un görüntülerinden de epey destek alıyor. Her ne kadar Batı sinemasının “uzak” ülkelere gittiğinde kullanmaktan kendisini alamadığı egzotik gün batımı ve gün doğumu görüntülerinden kaçınamamış olsa da, özellikle vahşi ormanın içinde geçen sahnelerde başarılı karelere sahip film. Kalabalık figüran kadrosunun başarılı kullanımı ile dikkat çeken filmin cinsellik konusundaki tuhaf konumu da üzerinde durulmayı hak ediyor. Hikâyenin iki ayrı yerinde, Susannah York’un canlandırdığı genç kızın bakireliği altı çizilerek bir sohbetin konusu yapıldığı gibi filmin afişinde de, “yabancı bu ülkenin tıpkı güzel bir kadın gibi durgun, gizemli ve el değmemiş bir şekilde uyuduğu” söyleniyor. Genç kızın yıllar sonra döndüğü ülkede bilmediği bir yerde çıplak denize girmesi veya gerilla liderinin genç kıza ilk sorduğu sorulardan birinin “Amerikalı ile yattın mı?” olması filmin zorlanmış ama başarılamamış ve pek de inandırıcı olmayan erotik imalarının örnekleri olarak hayli tuhaf duruyor. Filimin inandırıcılık açısından asıl sıkıntısı ise aslında en başarılı bölümü olan son yarım saatinde ortaya çıkıyor. Uçakların bombaladığı, hükümet güçleri ile gerillaların kıyasıya savaştığı bir ormanlık alanda Amerikalı peşinde olduğu iki kişiyi buluveriyor bir şekilde.
Tüm kusurlarına rağmen ve hayli eskimiş görünse de üç ünlü ismin (Holden, York ve Capucine) varlığı ve Holden ve Tanba’nın performansları, filmin tüm hikâye boyunca elde etmeye çalıştığı şeyi, savaş ortasında duygusal heyecanı, yakalamış göründüğü son yarım saatinin başarısı ve elbette eski filmlerin neden olduğu nostaljiyi bir şekilde yaratabilmesi ile ilgi gösterilebilecek bir film.
(“Şafak Sökerken”)