The Bridges at Toko-Ri – Mark Robson (1954)

The Bridges at Toko Ri“Tarih boyunca insanlar yanlış yerlerde yanlış savaşlara girdiler, bu da bizimki”

Kore savaşı sırasında korku ve kararsızlıkla yüzleşen Amerikalı bir donanma pilotonun hikâyesi.

Pulitzer ödüllü Amerikalı romancı James A. Michener’in aynı adlı romanından sinemaya aktarılan, senaryosunu Valentine Davies’in yazdığı ve yönetmenliğini Mark Robson’un üstlendiği bir Amerikan filmi. Kadrosunda Grace Kelly gibi ünlü bir ismi barındırıyor olsa da film hemen sadece William Holden’a ait ve hikâye temel olarak onun etrafında dönüyor. Açılışta “Amerikan donanmasına gururla adandığı” söylenen filmin çekimlerinde epey yardımı olmuş ordunun ve filmin en başarılı olduğu (veya daha doğru bir deyişle nerede ise tek başarılı olduğu) sahneler de bu yardımın desteği ile yönetmen Robson’un havada ve uçak gemisi güvertesinde çektikleri. Filmde neyse ki epey yer tutan bu sahneler bir yana bırakılırsa, film temel bir dramatik gerilimden yoksun görünüyor ve Mark Robson’un bu diğer sahnelerdeki yönetmenliği ile bilinen sulardan hiç ayrılmıyor.

Mickey Rooney’nin “öfkeli, çapkın ve cesur İrlandalı” helikopter pilotu rolüne soyunduğu film onun bu tiplemesinin iyi bir örneği olduğu temel bir soruna sahip: Asıl hikâyeyi gereksiz yan öğelerle süslemek. Aslında ortada filmin hikâye açısından gerilimini oluşturan tek bir konu var. William Holden’ın oynadığı ve sivil hayatında bir avukat olan Amerikalı yüzbaşının hayli zor bir göreve, Kuzey Koreliler’in elinde tuttuğu Toko-Ri köprülerini havaya uçurmaya giderken yaşadığı korku ve içine girdiği savaşın haklılığı ile ilgili yaşadığı tereddütler. 1954 yılında, savaşın bitiminden hemen sonra çekilen bir Amerikan filminin bu konuları dile getirebilmesi önemli bir husus ve takdiri de hak ediyor kesinlikle. Bir yıldız oyuncunun ağzından, bir Hollywood filminde Kore savaşının yanlışlığı ile sözler duymak sıradan bir durum değil kesinlikle. Her ne kadar bu sözler onun komutanının ağzından duyduğumuz “çekilirsek, Filipinler ve Japonya’yı da ele geçirir komünistler” itirazı ile dengeleniyor olsa da, filmin yaklaşımının değerini değiştirmiyor bu çok fazla. Evet, böyle iddialı sözleri var filmin ama yönetmen Mark Robson hem fazlası ile sıradan bir havada karşımıza getiriyor savaş dışındaki bölümleri hem de karakterlerin yüzünü “şimdi korkuyor”, “şimdi şaşkın”, “şimdi mutsuz” demek için abartılı ve gereksiz yakın planlarla getiriyor önümüze. Öyle ki yönetmenin oyuncuya verdiği komutları (“şimdi korkuyormuş gibi bak”) duyuyorsunuz gibi gelebilir size bu planlarda. Bunu yaparken bir epik anlatımın peşinde olsa kabul edilebilir olurdu bu elbette ama öyle bir niyeti de yok filmin. Daha iyi işlenebilse çok etkileyici olabilecek bir temayı -savaş karşısında hissedilen insani duygular- ıskalamış oluyor böylece Mark Robson.

Senaryo yüzbaşının tek başına yeterli olacak hikâyesi ile yetinmeyip bunu yukarıda belirtilen İrlandalı karakteri ve diğerleri ile zenginleştirmeye ve sadece savaşı değil, onun içindeki bireyleri anlatmaya da soyunmuş. Ne var ki ne bu karakter ile birlikte gelmesi beklenen komedi havası gelmiş filme ne de yüzbaşının eşi ile Japonya’da geçirdiği günler yeterince bir romantizm veya dramatik gerilim ekleyebilmiş hikâyeye. Grace Kelly’nin rıhtımdaki ilk sahnesindeki muhteşem gülümsemesi dışında filme bir şey katamamasının tek nedeni onun hikâyedeki varlığının zorlama bir dramatizasyona malzeme olmaktan ileriye gitmemesi. Hele onun bir subay ile yaptığı konuşmada, subayın anlattığı trajik hikâye (savaşta kaybedilen iki oğul, aklını yitiren bir eş ve hayatı kayan bir gelin) var ki bunca “arabesk”e ne gerek vardı diye sordurtuyor seyredene. Savaşın acımasızlığını ve bireyleri nasıl travmaya uğrattığını (sağ kalanlarını elbette) bu denli yapay bir oyunla anlatmaya girişmek hiç yakışmamış bu halkın savaşanları unuttuğunun altını çizen filme. Hayli monoton bir girişi de eklersek bu sıkıntılara, filmi “başarılı” kabul etmek biraz zor açıkçası.

Ordudan alınan yardımın başarılı bir şekilde kullanıldığına tanık olduğumuz filmin teknik başarısı ise dört dörtlük denecek düzeyde. Bugünün teknik koşulları ile elbette çok daha görkemli ve gürültülü versiyonları çekilirdi bu tür sahnelerin ama savaş uçaklarının uçak gemisine iniş ve kalkışlarından denizdeki kurtarma sahnelerine ve kuşkusuz bombardıman sahnelerine kadar tüm aksiyon bölümlerinde Mark Robson çok iyi bir iş çıkarmış ve bunu insanı aksiyonun gölgesinde bırakmadan yapmış ki çok değerli bir başarı bu. Oscar kazanan özel efektlerinden Alma Macrorie’nin çarpıcı kurgusuna ve Loyal Griggs’in görüntü çalışmasına uzanan alanlarda da film “kesinlikle görülmeli” kategorisine girecek bir iş çıkarıyor. Finaldeki Korelilerle çatışma sahnesi de yalınlığı ve insanîliği ile filmin genel olarak tüm hikâyede başarmak istediği ama bu amacına yeterine ulaşamadığı etkileyiciliğinin bir örneği olarak dikkat çekiyor. William Holden’ın hikâyeyi sorunlarına rağmen sürüklemeyi başardığı filmde Mickey Rooney karakterinin gereksizliğinin sıkıntısını yaşıyor ama her zamanki eğlendiriciliği ile idare ediyor. Bu “asker dediklerimiz, ölüme gönderdiklerimiz aslında birer insan” deme çabasındaki film, bunu etkileyici biçimde başaramasa da, yukarıda sözü edilen “teknik başarı”sının çarpıcı bir örneği olan gemiye zorunlu ve tehlikeli iniş gibi sahneleri ile, ve gerçekçi ve karanlık sonu ile ilgiyi hak ediyor. Pek çok sahnesinde gerçek ordu personelinin görev yaptığı film özellikle uçakların gemiye iniş ve kalkışlarındaki belgesele yaklaşan gerçekçiliği ile de ayrıca değer kazanan bir eser.

(“Toko-Ri Köprüsü”)

(Visited 266 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir