The Constant Gardener – Fernando Meirelles (2005)

The_Constant_gardener“Zaten ölmeyecek olanları öldürmüyoruz. Ölenlerin oranlarına bak, kimse saymıyor bile”

Eşinin ölümünün arkasındaki gerçekleri araştırırken, ilaç endüstrisinin yoksul ülkelerdeki halkın bedenlerini sömürüsü ile karşılaşan bir İngiliz diplomatın hikayesi.

John le Carré’nin aynı adlı romanından uyarlanan bir İngiltere – Almanya – ABD – Çin ortak yapımı. Senaryosu Jeffrey Caine tarafından yazılan filmin yönetmen koltuğunda oturan isim Brezilyalı Fernando Meirelles. Sağlam bir romandan üretilen sağlam bir film olarak nitelendirebileceğimiz çalışma, iyi oyunculukları, görsel gücü ile dikkat çeken yönetimi ve bir yandan sinemanın klasik havasını taşırken, diğer yandan görsel tarzı ile modern bir atmosfer de yaratmayı başarması ile görülmeyi kesinlikle hak ediyor. Büyük şirketlerin (bu örnekte dev bir ilaç firması) “geri kalmış” ülkelerdeki (burada Kenya) insanların bedenlerini, emeklerini ve özgürlüklerini nasıl sömürdüğünü sinemasal öğeleri ihmal etmeden karşımıza getiren film, hem içeriği hem biçimi açısından önemli bir sinema eseri, özet olarak.

Hikâyenin ve karakterlerinin gerçek olmadığını ama ilaç endüstrisinin gerçeklerinin romanındaki gibi olduğunu söylemiş yazar le Carré ve kitabını 1999 yılında insanî yardım çalışmaları için bulunduğu Arnavutluk’ta bir trafik kazasında hayatını kaybeden Fransız gönüllü Yvette Pierpaoli’ye ve onun gibi tüm gönüllülere ithaf etmiş. Film de aynı saygıyı gösteriyor ve kapanış jeneriğinde bu ithafı dile getiriyor. Filme çekiciliğini kazandıran iki temel unsur var: Sağlam hikâyesi ve sağlam sinema dili. Tüm le Carré romanları gibi doğal bir çekiciliğe zaten sahip olan hikâyeyi yönetmen Meirelles çok uygun ve güçlü bir sinema duygusu ile getirmiş karşımıza. Daha açılıştaki, havaalanındaki vedalaşma sahnesinde diplomat ve eşinin “ayrılacağını” şık bir görsel oyunla söylüyor bize. Bu açılıştan sonrasında da küçük görsel oyunları hiç ihmal etmiyor Meirelles ama bunu şıklık peşinde koştuğu için değil, hikâyesine yakıştığı için yapıyor. Bir başka filmde kartpostal yapaylığında duracak, César Charlone imzalı kimi görüntüler de benzer şekilde hikâyenin emrine girmişler ve her anında filmin, anlatılanı başarı ile destekliyorlar. Charlone’un görüntülerinin başarısını tekrarlayan kurgucu Claire Simpson’un çalışması da aynı şekilde, hikâyeye yağ gibi akan bir tempo kazandırıyor ve ne acele eden ne de sarkan hızı ile filmin önemli artılarından biri oluyor. Yönetmen Meirelles, Alberto Iglesias’ın sağlam müziğinin de katıldığı tüm bu öğeleri çekici bir orkestrasyon ile bir araya getiriyor ve ortaya sağlam bir iş koyuyor.

İngiltere’nin Irak’ı işgalini sert bir şekilde eleştiren bir aktivist kadın ile onun sorgulamasına muhatap olan bir diplomatın arasındaki ilişkinin, özellikle de iki tarafın politik ve sosyal olarak durduğu konumların yüz seksen derece farklı olduğunu düşünürsek, bu derece hızlı ilerlemesi bir parça zorlama aslında hikâye için ama neyse ki Meirelles çekici bir şıklığı olan sinema dili ile atlatıyor bu problemi. Bu çekicilikte, tüm hikâye boyunca başarı çizgilerini hiç düşürmeden oyunculuklarını sergileyen Ralph Fiennes ve Rachel Weisz’in de büyük payı var elbette. Herhalde sinemada mahcup bakışların en iyi temsilcisi olan Fiennes, aşık olduğunda, aşkından kuşkulandığında, gerçeklerin peşine düştüğünde ve tanığı olduğu gerçekler nedeni ile dehşete kapıldığında karakterinin ne hissettiğini öyle iyi geçiriyor ki seyirciye etkilenmemek ve arayışına katılmamak mümkün değil. Weisz yardımcı oyuncu dalında Oscar kazandığı rolünde çekici performansı ile ona eşlik ediyor ve karakterinin savaşını ve trajedisini daha da etkileyici kılıyor.

Hikâyenin çekici yanlarından biri seyirciye, diplomatın karısı hakkında keşfettiği veya keşfettiğini düşündüğü gerçeklerin arkasında ne olduğunu onunla birlikte keşfetme imkânını sunması ve böylece onun gerçeğin peşindeki yolculuğuna bizim de katılmamızı sağlaması. Uluslararası dev şirketler ve hükümetlerin sıradan insanların hayatları pahasına kendi kişisel ve ulusal çıkarlarını korumak için nasıl rahat hareket edebildiklerini gösteren, bunu yaparken hem Kenya hem İngiliz hükümetlerini eleştirisinin konusu yapmaktan çekinmeyen film, ticari kâr gibi “kutsal” bir kavramın karşısında bir yoksulun hayatının hiçbir önemi olmadığını söylüyor bize günümüz dünyasında. İnsanları bilmedikleri bir riski alarak (bilseler de onları bu riski almak zorunda bırakan bir hayata zorlayarak) kârlarını artırma peşindeki şirketler, vergi indirimi almak için tarihi geçmiş ilaçları Afrikalı yoksul halka “bağışlayan” kurumlar veya politik çıkarları için bunlara göz yuman hükümetler… Tüm bunları çekinmeden söylüyor film ve finalde Fiennes’in hüzünlü son kareleri ile de yüreğe dokunurken, insanın insana ettiğinin korkunçluğunu hatırlatıyor bir kez daha. Cinayet sahnelerini göstermeyerek çok doğru bir iş yapan, Sudan’da BM uçağına alın(a)mayan küçük çocuğun sahnesi ile isyan ettiren film görüntülerinin şıklığını da akıllıca kullanıyor ve bu güzelliklerin olduğu topraklardaki insanların hem içeriden hem dışarıdan nasıl hoyrat bir şekilde sömürüldüğünü vurguluyor.

Fiennes ve Weisz’e eşlik eden, başta Bill Nighy olmak üzere tüm yardımcı kadronun da takdiri hak ettiği film bir aşk hikayesi olarak da çok önemli. Karısına ölümünden sonra bir daha ve daha da güçlü bir biçimde aşık olan bir adamın hikâyesi bu ve tüm o ihanetler, kötülükler ortasında bu aşk belki de filmin umudu diri tutan tek öğesi. Tek bir özel insandan tüm insanlara, oradan yaptığımız işe ve inandığımız değerlere genişleyen bir aşk belki de kurtaracak olan dünyayı ve film bunu çağrıştıran hikâyesi ile önem taşıyor gerçekten. Sık sık başvurulan el kamerası, dinamik anlatımı, anlattıklarının “gerçekliğinden” bir an bile kuşkulanmamanıza neden olacak samimiyeti ve sertliğini göstererek değil hissettirerek oluşturması ile bu film mutlaka görülmesi gereken bir sinema eseri. Diplomatların dünyasındaki kimi klişelere yer verse de ve belki de daha önemlisi, Kenya’da geçen bir hikâyede yerel halk ile arasına bir mesafe koymak gibi önemli bir problemi olsa da, popüler sinemanın kalıpları ile de “doğru” ve sorumlu bir film yapılabileceğinin örneği olan bu eser kaçırılmamalı.

(“Arka Bahçe”)

(Visited 142 times, 2 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir