The Day of the Jackal – Fred Zinnemann (1973)

The_Day_of_the_Jackal“Biz terörist değiliz, vatanseveriz. Cezayir’de savaşırken ölen askerlere karşı sorumluluğumuz var… ve hep orada yaşamış üç milyon Fransız vatandaşına karşı”

Fransız cumhurbaşkanı Charles de Gaulle’ün Cezayir’in bağımsızlığını kabul etme planına karşı harekete geçen ve üyelerinin bir kısmı eski askerlerden oluşan bir örgütün başkanı öldürtmek için kiraladığı bir suikastçinin hikâyesi.

Fred Zinnemann’dan İngiltere – Fransa – İtalya ortak yapımı olarak çekilen bir Frederic Forsyth uyarlaması. Yazarın aynı adlı kitabından yola çıkarak, senaryosunu Kenneth Ross’un yazdığı film bir parça eskimiş gibi görünse de çok etkileyici biçimde kullanılan klasik dili, ödüllü kurgusu ve günümüzün abartılmış vurdulu kırdılı aksiyon filmlerine hayli ters düşen ve iyi ki öyle olan yalınlığı ile kesinlikle başarılı bir çalışma. Aksiyonu ihmal etmeden asıl olarak karakterlere ve olay örgüsüne odaklanan çalışma, günümüz sinemasında maalesef artık yapılmayan türden bir sinema eseri olarak görülmeyi hak ediyor.

Venezüelalı bir “terörist” olan ve “Çakal” veya “Çakal Carlos” lakapları ile tanınan Ilich Ramírez Sánchez’e bu lakabı onun eşyaları arasında Forsyth’ın filme konu olan kitabını gören bir Guardian gazetesi muhabirinin taktığı söylenir. Halen Fransa’da cezaevinde olan “Çakal”ın adını aldığı işte bu kitabın sinema uyarlaması, kaynak kitabın yapısını takip ederek soğukkanlı bir suikastçinin De Gaulle’ü öldürme girişiminin hazırlıklarını, onun peşine düşen polislerin amansız ve zamana karşı takibini, suikast gününü ve kısa bir epilog bölümünü anlatıyor temel olarak. Filmin temel başarılarından biri akıllı ve sade bir kurgu ile bu bölümleri zaman zaman paralel biçimde de anlatarak hikâyenin tamamını ve karakterlerini seyirciye ustalıklı bir şekilde aktarabilmesi. Hem sahnelerin kendi içinde hem de bu bölümler ve paralel gelişen olaylar arasındaki geçişler gerçekten çok başarılı. İşin ilginç ve asıl takdir gerektiren yanı da kurgu oyunlarına, zorlama bir dinamizme başvurmadan başarması filmin bunu. Biri bu filmle olmak üzere üç kez Oscar’a aday olup ödülü hiç alamayan kurgucu Ralph Kemplen çalışması ile filmin başarısındaki asıl pay sahiplerinden biri olmuş kesinlikle. Yönetmen Zinnemann’ın kariyerinin son dönemlerinde çektiği filmde sade mizanseninin ve öne çıkarmadan yaratmayı başardığı heyecan ve gerilim duygusunun da filme ciddi katkısı olmuş. Suikast denemesinin sonucunun ne olacağını bilen seyircinin buna rağmen hikâyeyi merak duygusu ile izleyebilmesi onun becerisinden kaynaklanıyor kuşkusuz.

OAS adındaki aşırı sağcı ve paramiliter gerçek bir örgütün Fransa’nın Cezayir’e yıllar süren silahlı mücadeleden sonra bağımsızlığı verme kararına karşı De Gaulle’e karşı gerçekleştirdiği gerçek bir suikast denemesini göstererek başlıyor ve sonrasında tamamen kurgulanmış bir hikâye anlatıyor bize. Örgüt İngiliz bir suikastçi ile anlaşıyor yeni suikast girişimi için ve sonrasında keyifle seyredilen bir hikâye başlıyor filmde. Edward Fox’un nerede ise -bildiğimiz anlamda- oynamasına gerek kalmayacak bir karakteri ustalıkla canlandırdığı ve “oynamadan” müthiş bir gerçekçiliği elde etmeyi başardığı film onun “How, where, when – Nasıl, nerede, ne zaman” başlıklı planını ve bunun için yaptığı tüm hazırlıklara odaklanıyor öncelikle, sonra yavaş yavaş peşine düşen polis güçleri ve onların takibi öne çıkmaya başlıyor; hikâye bu ikisini ustaca paralel bir biçimde anlatırken son bölümde suikast gününde olanlar ekleniyor bunlara. Abartısız bir ritim duygusuna sahip olan kurgu hiçbir anında aksamadan ve onca karakteri ve olan biteni hiçbir şekilde kafa karıştırmaya soyunmadan getiriyor karşımıza. İşini tam bir profesyonellikle yapan suikastçiyi kötü veya iyi göstermeye girişmiyor film; aksine tıpkı onun işini yaptığına benzer bir şekilde gayet profesyonelce yapıyor işini ve bu “profesyonel soğukluğu” ile ilginç bir çekicilik üretmeyi başarıyor. Evet, zaman zaman filmin “eski” olduğunu hissediyorsunuz ama üzerinden geçen kırk üç yılı düşündüğümüzde pek de rahatsız etmiyor bu eskime durumu. Bilgisayarın olmadığı, iletişim araçlarının bugünkülerle kıyaslandığında hayli kısıtlı olduğu bir zamanda geçen hikâyede bu durum hem suçluyu hem peşine düşenleri etkiliyor doğal olarak ve açıkçası tüm o CSI vb. dizilerde bilgileri bir tuşa basarak elde etmenin doğurduğu fastfood havasının yanında tek tek dosyaları tarayan polislerin çabası çok daha doğal görünüyor ve bu da filme bir sıcaklık katıyor sonuç olarak. Suikast bölümününün önemli bir kısmının Fransızların 14 Temmuz kutlamaları için düzenlenen gerçek törenler sırasında çekilmiş olmasının sağladığı gerçekçilik duygusundan da çarpıcı biçimde yararlanmış film ve polislerin tören sırasında halka farkettirmeden almaya çalıştığı önlemler ve tören alanının hareketliliği nerede ise bir belgesel gerçekçiliği üretiyor, akıllı bir kamera kullanımının da sayesinde.

Ortak yapımın tarafları olan üç ülkeye de uğrayan hikâyede Fransız ve İtalyan karakterlerin İngilizce konuşmaları ticarî sinemanın zorlaması sonucu olarak çıkıyor karşımıza ve rahatsız da ediyor filmin gerçekçiliğine zarar verecek şekilde. Bu kusuru ve adım adım oluşturulan gerilimin finalinin daha çarpıcı bir sinema ile anlatılmasının çok daha iyi olacağı bir kenara bırakılırsa, yaklaşık iki buçukluk saatlik uzun süresini hiç hissettirmeyen akıcılığı, detayları hiç ihmal etmeyen hikâyesi ve set tasarımları, Michel Lonsdale ve Delphine Seyrig başta olmak üzere tüm diğer oyuncuların da klasik sinemanın tadına uygun oyunculukları ile de görülmesi gerekli bir film bu.

(“Çakalın Günü”)

(Visited 261 times, 4 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir