“Düellocu tatmin olmak ister. Onur, onun için, arzu gibidir. Bu hikâye de tuhaf bir arzuyla ilgilidir. Gerçek bir hikâyedir ve Napoleon Bonapart’ın Fransa hükümdarı olduğu yıl başlar”
İki Fransız subayının 1800’lü yıllarda on altı sene süren düellolarının hikâyesi.
Polonya asıllı İngiliz yazar Joseph Conrad’ın “The Duel” adlı kısa öyküsünden uyarlanan bir Birleşik Krallık yapımı. Senaryosunu Gerald Vaughan-Hughes’un yazdığı filmin yönetmenliğini sinemadaki ilk uzun metrajlı filminde Ridley Scott üstlenmiş. 1800 yılında Strasbourg’da başlayan ve farklı şehir ve ülkelere uğrayan hikâye 1816’da Paris’te sona eriyor. Cannes’da En İyi İlk Film ödülünü kazanan bu filmin kaynak aldığı hikâyeyi Conrad gerçek bir olaydan esinlenerek yazmış. Birbirleri ile yıllar içinde defalarca düello yapan iki askeri Keith Carradine ve Harvey Keitel’ın canlandırdığı film öncelikle ilginç konusu ile dikkat çeken, çok da yüksek olmayan bütçesine rağmen set (Peter J. Hamton) ve kostüm (Tom Rand) tasarımları ile çarpıcı bir başarı yakalayan ve iki baş karakterinin yıllarca süren düello takıntısının arkasındaki psikolojiyi gerektiği kadar güçlü anlatamasa da kesinlikle ilgiyi hak eden bir sinema eseri. Düello kavramının arkasındaki boş gururu ve erkeklik kavramını da anlatan ilginç bir çalışma bu.
Temel olarak soylu sınıftan erkeklerle özdeşleştirilen ve kökeni çok eskilere dayanan düello geleneği zamanla üst sınıfın diğer üyeleri arasında da yaygınlaşmış. İnsanlık tarihinde “erkek” olmakla özdeş tutulan “onur” kavramını onun uğruna hayatını riske atmakla anlamlı kılan ve amacın rakibini öldürmekten çok, bu riski almak yolu ile kendini kanıtlamanın sağladığı tatmin duygusu olduğu işte bu tuhaf geleneğin tuhaf iki karakterini anlatıyor hikâye bize. Joseph Conrad’ın 1908 tarihli hikâyesi iki Fransız subayı olan Pierre Dupont ve François Louis Fournier’in gerçek hikâyelerinden esinlenmiş. Söylenene göre iki subay arasındaki ölümüne didişme onlarca yıl sürmüş ve bu subaylardan ilkinin aldığı emir üzerine diğerine tutuklanacağını bildirmek için onun önemli bir kadının yanında misafir olduğu eve gitmesi ve kendisinin bu kadının yanında utanç verici bir duruma sokulduğunu düşünen subayın habercisini düelloya davet etmesi ile başlamış. Tam bir düello çılgını ve sonuna kadar gitmeye kararlı hırslı Gabriel Feraud (gerçek hikâyedeki Fournier) ile yıllarca bu dülleodan kaçınmaya çalışsa da onuruna düşkünlüğü nedeni ile her zaman -kaçınılmaz olarak- evet diyen Armand d’Hubert (gerçek hikâyedeki Dupont) arasındaki düello dizisini, Fransa’daki iktidar değişiklikleri ile paralel olarak anlatıyor film ve Napoleon’un yükseliş ve çöküş hikâyeleri iki ana karakterin de hayatını olumlu ve olumsuz yönde etkiliyor sürekli olarak.
Armand d’Hubert’in doktorunun kendisine söylediğine göre Feraud ile düellodan kaçınabilmesinin üç yolu var: Farklı yerlerde olmak (dülelloyu fiziksel olarak olanaksız kılacaktır bu), farklı rütbelerde olmak (bu durumda düello disiplin suçuna neden olacaktır, astın üstü ile dövüşmesi nedeni ile) ve ülkenin savaşta olması (düşmanla çarpışmak düelloda vatandaşınla çarpışmanın önüne geçecektir). Ne var ki kader bu üç yolu da kapatacaktır sık sık: Hayat iki subayı sık sık aynı yerde buluşturacak, benzer anlarda terfi edecekler ve Avrupa’nın karışık yıllar içinde olmasına rağmen aralarda barış dönemi de yaşanacaktır. Eleştirmenlerce Stanley Kubrick’in 1975 tarihli başyapıtı “Barry Lyndon” ile karşılaştırılan (ve bu kıyaslamadan doğal olarak yenik çıkan) film çok ilginç bu iki karakteri ile ilgi topluyor öncelikle. Keith Carradine’ın üzerine düşeni yaptığı, Harvey Keitel’ın ise oyunculuğu ile onun önüne geçtiği filmde iki aktörün can verdiği karakterler, hayatlarını esir alan düellonun iki tarafı olarak seyirci için ciddi bir cazibe kaynağı oluşturuyorlar. Biri tutkulu bir düello çılgını olan, diğeri ise ondan kaçınmasının imkânsız olduğuna inanan iki adamın yaşadıkları “onur”un nasıl çoğunlukla altı boş bir kavram olduğunu ve onun uğruna yapılanların nasıl aptalca olabildiğini sık sık hatırlatıyor bize dikkat çekici bir şekilde. Özellikle Feraud karakterinin aptallığın çok daha sağlam bir örneği olduğu bu durum açılış sahnesindeki ilk düelloda çarpıcı bir şekilde sergileniyor. Kılıcını rakibine saplayan Feraud dönüp rakibine ne olduğuna bakmaz bile; önemli olan onun ölmesi değil, dülleo yolu ile kendi onurunu korumasıdır çünkü.
Stacy Keach’ın konuştuğu anlatıcının çok kısa cümlelerle zaman zaman açıklamada bulunmasının sinemasal açıdan gereksiz bir tembellik kattığı filmde düello etmelerinin ilk ve asıl nedenini kimseye söylemeyecek kadar onurlarına düşkün iki adamın özellikle üçüncü düellolarındaki kan revan içindeki halleri ve sonunda ikisinin de bitkinlik içinde sefil bir hale düşmelerinin iyi bir kanıtı olduğu aptallıklarını daha güçlü sergileyebilirmiş Ridley Scott. Burada temel sorun senaryonun iki subayın psikolojilerine pek dayanmadan ilerliyor olması. Bunun yerine onları çoğunlukla eylemleri üzerinden tanımlayan ve takip eden senaryo sinemaya çok daha derin ve ilginç iki karakter hediye etme fırsatını da kaçırmış bu yüzden. Senaryonun hemen hep d’Hubert’in açısından bakması ve hep onu izlemesinin, Feraud’nun ilginçliğinin etkisinin azalmasına ve onun hırsının zaman zaman yüzeysel görünen bir resminin çizilmesine yol açmış.
Frank Tidy’nin olağanüstü görüntü çalışması (o da tıpkı Scott gibi ilk kez bir sinema filminde çalışmış) filmin en önemli kozlarından biri. Ridley Scott’ın Kubrick’in “Barry Lyndon” filmindeki John Alcott imzalı anlayışından yararlandıklarını söyledikleri görsel atmosfer başarısı ile göz kamaştırıyor gerçekten. Tüm iç ve dış çekimler, Moskova’daki kar altındaki sahneler ve bütün düello bölümleri başta olmak üzere, kesinlikle çok başarılı ve senaryonun önemli problemlerini affettirecek güzellikte. İç ses kullanımı bir parça zedelese de, son düelloya tanık olduğumuz final bölümü ise Scott’ın yönetmenlikteki ustalığının çok iyi bir kanıtı oluyor ve bu sahne gerilimi ile göz dolduruyor. Hikâyenin finali de kesinlikle doğru ve seyirciyi tatmin edecek bir içerikle oluşturulmuş. Son karede karakterlerden birini hayatının artık sürgünle geçeceği gerçeği ile yüzleşirken ve ufka doğru bakarken gösteriyor Ridley Scott bize. Bu görüntü Napoleon’u beş yıl boyunca sürgün kaldığı ve hayatını orada kaybettiği Saint Helena adasında gösteren Fransız ressam Franz Josef Sandmann’ın ünlü “Napoléon à Sainte-Hélène” adındaki tablosundan esinlenerek yaratılmış ve filme de doğru, yaratıcı ve şık bir kapanış sağlamış. Özetle söylemek gerekirse, problemleri bir yana bırakılarak, görülmeyi kesinlikle hak eden ilginç bir film bu. İki Fransız’ı anlatan ama Amerikalı oyuncuların başrollerinde olduğu ve İngilizçe çekilen film bu “ihanet”ini gerçekçi ve güçlü setleri (bütçe sıkıntısı yüzünden özel setler inşa edilememiş ve var olan mekanlardan yararlanılmış olmasına rağmen ve belki tam da bu sayede) ile affettiren film Scott’ın ifadesi ile söylersek, “Kendi nefretinin mahkûmu olan” bir adam ile “Düellodan onuru nedeni ile kaçamayan” bir diğeri üzerinden “insanın kendi içindeki şiddeti” ele alan bir çalışma. Son bir not olarak, ünlü hard rock grubu Iron Maiden’ın bu filmden esinlenen ve onunla aynı adı taşıyan bir şarkı yaptığını ve burada “onur, ihtişam, zevk ve hayat” için dövüşen düellocuları anlattığını da hatırlatmış olalım.
(“Düellocular”)
İlginç bir odak noktası var..bu iki karakter sizi kendine çekiyor..taraftarı olmadığınız iki takımın maçını seyretmek gibi..her dakika kimi destekleyeceğinizi anlık duygular,sempatiler belirliyor ve sizde sürgüne gönderilen karakter gibi tepeden boşluğa bakarak kalakalıyorsunuz..
Çok doğru bir tanımlama yapmışsınız.
Görsellik dedin mi Ridley Scott abicim ama derinlik dedin mi orda dur. Acaip keyifle izledim ve dediğiniz gibi Feraud’un hayatıyla ilgili de biraz done istedim ama yoktu maalesef.. Sonunu da kotarmış yönetmen,rahatlattı.
Yorumunuz ile sağladığınız katkı için teşekkürler.