The Firm – Sydney Pollack (1993)

The_Firm“İçeride, bir yerlerde, karanlıkta, şirket bizi dinliyor”

Harvard’dan yeni mezun genç ve yetenekli bir avukatın aldığı çarpıcı bir teklif sonucu kabul ettiği işte başına gelenlerin hikâyesi.

Pek çok kitabı sinemaya uyarlanan John Grisham’ın aynı adlı romanından yola çıkılan senaryosu David Rabe, Robert Towne ve David Rayfiel tarafından yazılan ve Sydney Pollack’ın yönettiği bir Amerikan yapımı. Ünlülerle dolu bir oyuncu kadrosu olan film Amerika’nın en çok kazandıran ve en çok nefret edilen mesleklerinden biri olan avukatlığı genç bir avukat ve çalışmaya başladığı tuhaf şirket üzerinden anlatan hikâyesi, hızlı başlayan ve giderek de yükselen temposu ve gerilim ve heyecanı ile dikkat çekiyor ama ciddi inandırıcılık problemlerinin yanısıra, bir türlü yeterince güçlü bir dil üretememesi ve -temposunun da etkisi ile olsa gerek- her şeyin üzerinden öylesine bir durup geçivermesi ile ticari sinemanın da olsa parlak örneklerinden biri olamıyor.

Tom Cruise, Gene Hackman, Jeanne Triplehorn, Holly Hunter, Garry Busey ve Ed Harris gibi Amerikan sinemasının öne çıkan isimlerinin yer aldığı bir film karşımızdaki. Senaryoda ünlü isimlerin imzası var, yönetmen ise sinema tarihine bazı başyapıtlar armağan etmiş bir isim olan Sydney Pollack. Kaynak roman ise sinemaya bereketli bir malzeme sağlayan John Grisham’a ait. Tüm bu isimler bir araya gelince, en azından Hollywood tarzı bir parlak ticari sinema örneği umuyorsunuz ama sonuç öyle olmamış ne yazık ki. Öncelikle filmin “politik” yanı üzerinde duralım: Hikâye kara para aklama, vergi kaçırma, şirketlerin mafya ile ilişkisi, tehdit, cinayet vs. gibi unsurlar üzerinden sistemin kötü bir resmini çiziyor gibi görünüyor ama tüm popüler Amerikan sineması örneklerinde olduğu gibi ve finalin de vurguladığı gibi sistem değil içindeki yozlaşmış kurum ve bireyler eleştirilen aslında. Kahramanımızın filmin sonundaki kararı onu aleni bir yozlaşmanın içinden çıkarıyor evet, ama içine katılacağı sistem bunun daha kabul edilebilir bir versiyonu olacak sadece. Bir başka deyişle, bir başka şirkette yine zenginlerin çıkarını savunan ve ayrıcalıklı bir yaşam süren bir avukat olacak baş karakterimiz kuşkusuz. Oysa filmin “Gençliğimde yaz tatillerinde avukatlar ve eşlerinin golf sopalarını taşırdım. Uzun ve güneşten bronzlaşmış bacaklarına baktığımda avukat olmam gerektiğini anladım” gibi üzerinden çok daha dolu bir hikâye üretilebilecek cümleleri var ama bunlar sistemi rahatsız etmeyecek bir düzeyde tutuluyor hep. Yine de eleştiri eleştiridir diyerek göz ardı edelim bunu, sonuçta Hollywood bu.

Hikâyenin Tom Cruise’den bir süper avukat/kahraman yaratmak üzere kurulması beraberinde inandırıcılık sorunlarını da getirmiş görünüyor. Hızlı başlayan ve temposunu da giderek arttıran filmin özellikle son yaklaşık kırk beş dakikası avukatımızın harika planını gerçekleştirmesini ve böylece sadece “şirket”ten değil, aynı zamanda mafyadan ve FBI’dan da kurtulmasını, abisini içinde bulunduğu kötü koşullardan çekip çıkarmasını, ailesini ayakta tutmaya başarmasını ve mesleğindeki geleceğini de korumasını anlatırken, bir adamın tüm bunları başarmasına doğal olarak şaşırıyor ve hikâyeye kuşku ile yaklaşıyorsunuz. Açıkçası senaryonun seyirciye ne planı ne de bu planın eşinin avukattan habersiz olaylara karışmasına rağmen bozulmamasını anlamada bir yardımı oluyor ve bunun yerine sanki seyirciye şunu söylüyor: “Hikâyeyi dert etme, otur ve tempolu heyecanın tadını çıkar”. Böyle olunca da Tom Cruise’un hem fiziksel hem düşünsel anlamda harikalar yarattığı ve bu harikalardan rahatsızlık duymazsanız, tadını çıkarabileceğiniz bir film çıkıyor.

Filmin yıldızı Tom Cruise ve yeteneklerinin elverdiği ölçüde hikâyeyi sürüklemeyi başarıyor ama şunu da hep hissettiriyor size: “Yetenekleri sınırlı ama gerçekten çabalıyor”. Gene Hackman, Ed Harris ve rol aldığı sahnelerin kısalığına rağmen Holly Hunter ise filmin oyunculuk açısından öne çıkan isimleri oluyor. Dave Grusin’e ait olan ve onun tarafından seslendirilen piyano müziği de ilgiyi hak ediyor, öncelikle bu tür filmlerin duyar duymaz tanıdık gelen müziklerinden farklılığı ile. Sık sık caz esintileri taşıyan bir müzik bu ve filmden bağımsız olarak da dinlenebilecek bir içeriğe sahip. Ne var ki yönetmen Pollack müziği o denli sık kullanıyor ki bir süre sonra müzik hikâyeye eşlik eder ve onu bütünler bir havadan uzaklaşıp, kendi başına ayrı bir unsur olarak duruyor ve bir parça rahatsız etmeye başlıyor.

Hızlı başlayan ve hep öyle süren, elbette Hollywood’un zanaatkârlığından epey nasiplenmiş olan ve yıldızları ile belli bir çekiciliği garanti eden bir film bu. Eleştirel boyutu sınırlı kalsa da, en azından “şirket”in tümü beyaz, erkek ve evli olan avukatları üzerinden muhafazakârlığı eleştirisinin konusu yapması ve hikâyenin geneline göre ayrıksı durması ile rahatsız eden ama Mike Hammer tarzı yapımlardaki karakterleri hatırlatan özel dedektifi ile film ilgi gösterilebilir sınıfına girmeyi başarıyor. Bir de hep verilen ama pek uygulanmayan bir dersi bir kez daha vurgulaması ile önemli bir film bu: “Şifreniz kolay tahmin edilebilir olmasın!”

(“Şirket”)

(Visited 187 times, 5 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir