“Bizler yalnız bedenlerimiz içindeki birer tutsağız ve sonsuza kadar öyle kalacağız.”
Bir kasabaya gelen bir yabancının iki kadınla olan yakınlaşması ve bu yakınlaşmanın başlattığı olayların ve ortaya çıkardığı sırların hikâyesi.
Tennessee Williams’ın “Orpheus Descending” adlı oyunundan uyarlanan film Marlon Brando, Joanne Woodward ve Anna Magnani’nin etkileyici portreler çizdiği ve zaman zaman tiyatro havasından kurtulamamış olsa da ve belki de özellikle tam da bu nedenle oyunculukların daha da çarpıcı bir havaya büründüğü bir çalışma. Brando karizmasını tüm muhteşemliği ile birlikte sergiliyor bu filmde ve başka bir ağızdan çıktığında eğreti ve yapay durabilecek sözler onun tarafından seslendirildiğinde doğal geliyor seyredene. Oyuncu büründüğü kişiliğe aynı anda hem bir mesafe ile yaklaşmış hem de gerektiği kadar içine girebilmiş rolünün. Magnani sevgiye aç ve kaybetmiş kadın rolünde, Woodward ise sevginin peşinde koşan ve kendisini “Farkedilmek, görülmek ve duyulmak” sözleri ile birlikte teşhirci olarak adlandıran genç kız rolünde zaman zaman tiyatro havası da taşıyan bir içerik ile başarılı oyunculuklar gösteriyorlar. Genel olarak filmin özellikle bazı sahnelerinde kendini gösteren tiyatro sahnesi havası sanki yönetmenin bilinçli bir seçimi gibi duruyor çünkü örneğin Brando’nun seyirciye yüzünü dönüşü ile başlayan sahnede sanki sahnenin yanan ışıkları ile birlikte “işte oyun başlıyor” gibi hissediyorsunuz. Benzer şekilde özellikle dükkanın içinde geçen sahnelerde “oyuncu sağdan sahneye girer ve konuşmaya başlar” havasını almanız mümkün.
Oyunun orijinal isminin daha çok yakıştığı bir film karşımızdaki. Sanatçı kişiliği ve finalde uzaklaşması gerekirken dönüp geriye bakması nedeni ile Orfeus’u ve geldiği kasabada gök yüzünden insanların arasına inen bir Tanrı gibi dolaşması ile onun hikâyesini hatırlatıyor çünkü.
Williams’ın oyunundan uyarlanan bir filmde elbette karakterlerlerin kendi içlerinde ve birbirleri ile olan ilişkilerinde bir cinsel gerilim havasını, yaşanamayan ve tatmin edilemeyen arzuların neden olduğu gerginliği ve yok olmayı sezmek beklenir. Bu filmde de özellikle Magnani ve Woodward, yaşadıkları kasabanın ırkçı ve tutucu havasının daha da artırdığı bir mutsuzluğun kurbanı olarak yaşamaya çalışıyorlar. Finaldeki yangın sahnesinde dükkana gelen kasabalıların yangını söndürmek için değil de adeta erkek ve kadının kurmaya çalıştığı dünyayı yıkmak için orada olduklarını anlatan kurgusu ile tutuculukların ve bunun neden olduğu bastırılmış duyguların sonucunu da aktarıyor bize film.
Brando’nun zaman zaman bıyık altından gülen bir tavırla ve “güzelliğinin” bilincinde olan bir yaklaşımla oynaması, arada tirat havasına bürünse de etkileyici ama uzun diyalogları, rolü ile bütünleşen oyuncuları ve tiyatro ile sinema arasında çizdiği bir ince çizginin her iki yanına da geçen tavrı ile Amerikan sinemasından etkileyici bir örnek. “Cat on a Hot Tin Roof” veya “A Streetcar Named Desire” kadar etkili bir Tennessee Williams uyarlaması değil belki ama bir çekiciliği olduğu inkâr edilemeyecek bir çalışma yine de. Sadece Brando’nun hem filmin göbeğinde hem de orada değilmiş havasını aynı anda verebildiği garip oyunu için bile görmeye değer. Bir de filmde kısacık bir sahnede anlatılan yarım kalmış aşk hikâyesi için.
(“Gizemli Yabancı”)