The Last Black Man in San Francisco – Joe Talbot (2019)

“Size bakışlarına bakın. Sizi küçümseyişlerine bakın… ama bu evleri biz inşa ettik. Bu evler biziz! Gözleri, sivri kenarları… giderlerse biz de gideriz. Tahtalarına sinen bizim terimiz, varaklarındaki bizim suretimiz. Burası bizim evimiz. Bizim evimiz, bizim evimiz!”

İçinde büyüdüğü, büyükbabasının inşa ettiğini söylediği ve ailesinin yıllar önce kaybettiği eve sahip olmak isteyen bir adam ve bu çabasında hep onun yanında olan arkadaşının hikâyesi.

Orijinal hikâyesini Jimmie Fails ve Joe Talbot’ın, senaryosunu Talbot ve Rob Richert’ın yazdığı ve yönetmenliğini Joe Talbot’ın üstlendiği bir ABD yapımı. Jimmie Fails’in kendi hikâyesine dayanması ile yarı-otobiyografik bir niteliği olan çalışma San Francisco’nun “gentrification” (bizde “soylulaştırma” olarak kullanılan bu ifade, şehir merkezlerinde orta ve alt sınıfların yaşadığı semtlerin üst sınıfların eline geçecek şekilde dönüştürülmesi anlamına geliyor kabaca) süreci ile ilgili bir hikâye anlatırken, ailesinden kopmuş bir adamın geçmişini canlandırma çabasına hüzünlü bir bakış atıyor. Sundance’de yönetmenine ödül getiren film bir kalp ve hayal kırıklığı, kimliğini oluşturma gayreti ve anıları yitirmeme çabasını çekici bir şekilde anlatırken, daha toplumsal bir bakışla ele alınması gereken bir konuyu sanki bir bireysel meseleye indirgemiş gibi görünmesi (veya bunu zaten tercih etmesi) ile önemli bir fırsatı da kaçırıyor aslında.

Soylulaştırma bugün Türkiye’nin de ivmesi artan bir hızla içine düştüğü bir problem. Yoksulların şehrin çeperlerine atılması ve değerlenen semtlerin seçkin sınıfların, zengin olanların eline geçmesi bu sürecin sonucu bir bakıma. Türkiye’de ve özellikle İstanbul’da deprem gerçeğinin bu sürecin mazeretlerinden biri olması itirazı güçleştiriyor ve “kentsel dönüşüm” adı altındaki faaliyetlerle orta ve alt sınıflar evleri yenilendiğinde artık hep yaşadıkları yerlerde barınamaz hale geliyorlar; çünkü örneğin sitelere dönüşen apartmanların aidatları onlar için karşılanamaz derecede yüksek oluyor. Bu dönüşümün bir diğer sonucu ise yıllara yayılan komşuluk ve ortak yaşama alışkanlıklarının geri döndürülemeyecek şekilde yok edilmesi ve toplumsal dayanışma ruhuna çok ciddi bir zarar verilmesi kuşkusuz. Joe Talbot’ın ilk uzun metrajlı filmi olan bu çalışmanın hikâyesi bir kentsel dönüşüm ortamında geçiyor ve arada karşımıza çıkan görüntüler, bazı diyaloglar aracılığı ile hikâyenin geçtiği bölgenin bu gerçeğini hatırlatıyor Talbot. Jimmie (Jimmie Fails) bir yaşlılar evinde hasta bakıcılık yapan, sürekli beraber takıldığı arkadaşı Montgomery’nin (Jonathan Majors) evinde yaşayan ve eskiden ailesi ile birlikte yaşadığı ama uzun süre önce ellerinden çıkmış olan evde tekrar yaşayabilme özlemini, -evin şimdiki sahiplerinin itirazına rağmen- evin bakımını üstlenerek gidermeye çalışan genç bir adamdır. Bu evi büyükbabasının 1945’te kendi elleri ile inşa ettiğini söylemektedir ve evin bakımsızlığına dayanamamaktadır. Jimmie’nin anne ve babası ayrılmışlardır; uzun süredir gömediği annesinin nerede olduğunu bile bilmemekte, aynı şehirde yaşadığı ve korsan DVD işinde olan babası ile de pek görüşmemektedir.

Talbot’ın evrensel olabilme potansiyeli oldukça yüksek olan hikâyesini bu boyutlarını ve bölgenin kentsel dönüşümünü yeteri kadar öne çıkarmadan ve neredeyse bir bireysel öyküymüş gibi anlatması belki bir liberal Amerikan bakışına uygun ama filmin gücünü azaltan bir tercih olmuş. Oysa sözleşmeli kiracılarından kurtularak evini yenilmek isteyen ev sahibinin kendi evini yaktırması, bir siyah karakterin bir beyaz adama “gördüğün en iyi komşu olacağım” deme ihtiyacını hissetmesi veya yıllardır kirli olan suyu nedense şimdi gündemine alan şehir yöneticilerinin varlığı gibi unsurlar üzerinden çok daha fazla şeyi çok daha “sert” bir şekilde söyleyebilirmiş ve söylemeliymiş Talbot. Hatta Jimmie’nin özlem duyduğu evin herkese anlattığı hikâyesi ile ilgili gerçek ortaya çıktığında, filmin zaten yeterince güçlü olmayan toplumsal bakışı daha da zarar görüyor kesinlikle.

İki arkadaşın seyahat aracı olarak kullandığı kaykayın sembolü olabileceği bir uçarı dili var filmin; Jimmie ve Montgomery’nin etraflarına bu kaykayın üzerinde kayarken bakmasına yakın duran bir bakışla kullanılıyor kamera zaman zaman. Kamera kaykay ile hareket ederken sağda ve soldaki insan ve nesneleri fiziksel olarak olması gerekeceği gibi flu göstermiyor yönetmen ve aksine onları aşırı yavaşlatılmış bir biçimde gösteriyor kamera, özellikle de insanları. Bu tercihler ve müziğin kullanımı bir tüy hafifliğine büründürüyor ilgili sahneleri ve müziğin de uyumlu kullanımı ile görsel bir çekicilik kazandırıyorlar filme. Görüntü yönetmeni Adam Newport-Berra’nın parlak renkleri öne çıkaran ve aslında epey karanlık yanları olan hikâyeye hoş bir zıtlık katan çalışmasının önemli artılarından biri olduğu film bu açıdan seyirci için görsel çekiciliğini korumayı hep başarıyor.

Jimmie ve Montgomery ile mahalledeki diğer gençlerin yaşam tarzları ve karakterleri arasında ciddi bir fark olması hikâyeye ek bir boyut kazandırıyor. Diğerleri tüm gün aynı kaldırımda buluşup boş konuşmalarla vakit geçirir ve serserilik yaparken (aslında bu konuşmalar bir Yunan trajedisindeki koroyu hatırlatmıyor da değil), kahramanlarımız düzgün bir hayatın peşindedirler ve kesinlikle çok daha entelektüeldirler. Montgomery yaşadığı dünyayı sürekli olarak gözetleyerek tanık olduklarını çizimlerle ve yazdığı oyunla kağıda dökmektedir örneğin veya diğerleri ne kadar kaba ise, bizimkiler o kadar incedir. Kendi aralarında tartışan serserilere kahramanlarımızın yaptığı Stanislavski ve Çehov gibi isimleri içeren konuşma bu inceliğin bir diğer örneği olarak gösterilebilir. Bir eve ve o evle birlikte bir mahalleye ve komşulara sahip olmak, yaşanan evin (veya mahallenin) nesillere yayılan bir süreklilik göstermesi ve anıların silinip gitmemesi gibi insanı insan yapan değerler açısından önemli olan meseleleri de incelikle hatırlatan film hep bu inceliğin yanında duruyor özenle.

“San Franscisco’daki ilk siyah adam” olan büyükbabasının inşa ettiği evde yaşamak isteyen Jimmie’nin “San Francisco’daki son siyah adam” olmak kaderine karşı mücadelesini anlatıyor bir bakıma yönetmen Talbot bize. Kader kelimesinin düzen kelimesini örtmek için kullanılan ve boyun eğmeyi kaçınılmaz gösteren bir sözcük olduğunu vurgulayacak bir “politik” havayı tercih etmemesi ile önemli bir fırsat kaçırmış olsa da, sağlam bir soundtrack ve Emile Mosseri’nin başarılı orijinal müziği ile desteklenen hikâye sıkı bir dostluk öyküsü olarak da değerli olan ve kesinlikle önemli bir ilk film.

(Visited 42 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir