The Satan Bug – John Sturges (1965)

The satan bug“Şeytan virüsüne sahip olmak bir insanı yeryüzünde Tanrı yapabilir. Bu da yeterince cazip, değil mi?”

Şavaşlarda kullanılmak üzere ölümcül virüsler üretilen bir laboratuvardan çalınan ve dünyadaki tüm canlıları öldürebilecek bir vürüsü bulmaya çalışan bir ajanın hikâyesi.

Macera ve gerilim türündeki romanları ile tanınan ve pek çok eseri sinema ve televizyona aktarılan İskoç yazar Alistair MacLean’in aynı adlı romanından senaristler James Clavell ve Edward Anhalt tarafından uyarlanan ve John Sturges’ın yönettiği bir ABD yapımı. Romanda İngiltere’de geçen olayların ABD’ye taşındığı film kameranın arkasındaki ünlü kimi isimlere rağmen özendiğinin aksine -düşük bütçeli- bir Bond filmi olmayı bir türlü başaramıyor ve gerek olay örgüsündeki boşluklar gerekse ve özellikle gerilim ve heyecanını sürekli kılamaması ve baş karakterini yeterince çekici resmedememesi nedeni ile etkileyici olamıyor. Yine de, eski usül bir macera filmi seyretmek isteyenlerin ve bu türden hoşlananların göz atmaktan pişmanlık duymayacağı bir çalışma.

Film hayli vaatkâr bir havada başlıyor. De-Patie Freleng adındaki, televizyon ve sinema eserleri için hazırladıkları animasyonlarla tanınan şirketin hazırladığı açılış jeneriği ve ona eşlik eden ünlü besteci Jerry Goldsmith’in müziği hayli çekici bir giriş yapmasını sağlıyor hikâyenin. Ne var ki bu girişten sonra, hikâye sık sık vasat bir televizyon dizisinin bir bölümü havasında ilerliyor ve kendi mütevazi ölçüleri içinde de olsa, özendiği Bond filmlerinin çekiciliğinin yanına yaklaşamıyor bir türlü. Oysa Goldsmith dışında başka ünlü isimler de var film için kameranın arkasında görev yapan. Yönetmen koltuğundaki isim 1955’de çektiği “Bad Day at Black Rock – Zafer Madalyası” ile Oscar’a aday gösterilmiş ve yine bu film ile Cannes’da yarışmış bir isim olan John Sturges örneğin. Üç yıl sonra Alistair MacLean’in bir başka romanından “Ice Station Zebra – Kutup Harekâtı” filmini de çekecek olan Sturges bu filme bir türlü bir farklılık veya farklılık bir yana yeterli derecede çekici bir dinamizm getirememiş. Görüntü yönetmenliğini üstlenen, üç Oscar ödüllü usta isim Robert Surtees de filme geniş ve boş alanlarda geçen kimi sahneler dışında, varlığını kanıtlayacak bir katkı verememiş gibi görünüyor açıkçası. Filmin aksayan bir yanı da başroldeki George Maharis’in bir ajanı pek de hatırlatmayan ve hayli duygusuz oyunu. Kahramanının sizi yanına çekemediği bir maceraya ortak olmak pek çekici olamıyor, takdir edileceği gibi.

Kendini yenileyebildiği ve yok edilemediği için “şeytan virüsü” adı verilen virüsü kaçıranın kimliği ile ilgili hikâyedeki sürprizi başarılı olan ama bir türlü sizi içine alamadığı için bu sürprizin çok da etkileyici olamadığı hikâyede “kötü” adamın kimliği üzerine değinmeler 1960’lı soğuk savaş yıllarına uygun olarak komünistlere kadar uzanıyor olsa da o yönde ilerlemiyor olaylar ve romanın/filmin takdiri hak eden yanlarından biri olarak, “kötü” adam laboratuarın tamamen ortadan kaldırılmasını talep eden biri oluyor. Burada şunu sormak gerekiyor elbette: Her ne kadar üzerinde çalıştıkları virüsün bu derece ölümcül (bir hafta içinde ABD’deki ve bir ay içinde de tüm dünyadaki canlıları yok edebilecek bir virüsten söz ediyoruz) olabileceğini onlar da öngöremese de, bilim adamlarının zaten çirkin bir olgu olan savaşın daha da çirkin bir yüzü için çalışıyor olmalarını neden hiç eleştiri konusu yapmıyor film? Aksine, ajanımızın Kore Savaşı’ndaki kahramanlıklarını da gündeme getiren milliyetçi bir söylem takınıyor film ve bu konuya hiç girmiyor.

Dünyanın en zenginlerinden biri olan ama hiç fotoğrafı olmayan (istihbarat örgütlerinin elinde bile!) bir garip milyoner adam, ele geçirdikleri ajanımızı ve yanındakileri nedense hemen öldürmeyip onlar üzerinde virüsü kullanmayı tercih eden kötü adamlar veya yanındaki iki kişiyi hemen öldürecek kadar etkileyen bir virüsün kahramanımızı hiç etkilememesi gibi inandırıcılık problemleri de var hikâyenin. Öyle ki bir sahnede ajanımız kendisini yakalayan “teröristlere” beraber ele geçirildiği kız arkadaşını giderken yanlarında götürmelerini söylüyor ve onlar da buna uyuyorlar!. Senaryonun kimi olayları görsel olarak değil de, karakterlerden birine ne olduğunu anlattırma yolu ile çözmesi de filmin lehine olmamış elbette. Bu kusurlarına karşılık filmin olumlu yönleri de var kuşkusuz: Öncelikle, “eski” macera filmlerinin özellikle belli bir yaşın üzerindekilere hissetirdiği bir aşinalık veya bir başka ifade ile nostalji duygusunu yeterince olmasa da hissettiren bir film bu. Günümüz sinemasının seyircinin sürekli olarak üzerine gelip onu sersemletmeyi hedefleyen yaklaşımından çok farklı bir havası var doğal olarak bu çalışmanın. Sturges’ın ne yazık ki sayısı yeterince çok olmayan kimi katkılarını da anmak gerekiyor. Örneğin açılış jeneriğinden ilk sahneye geçiş çok ustaca ve ilkindeki damarlara yayılan virüs imajından ikincisindeki ülkenin damarları diyebileceğimiz yollardan birinde ilerleyen bir araba imajına geçiş yaparak etkileyici bir kurgu ustalığı gösteriliyor. Sturges’ın görüntü yönetmeni Surtees’in de katkıları ile ıssız yollarda geçen sahneleri filmin genel dinamizm probleminin dışında tutabildiğini de söyleyebiliriz. Ünlü oyuncu Lee Remick’in jenerikte adı geçmeyen çok küçük bir rolde (ajanımıza “telefonunuz” var diyen garson kız) göründüğü film, çoğunlukla vasat sularda gezinse de eski filmlerin meraklıları için çekici olabilir yine de.

(“Şeytan Virüsü”)

(Visited 84 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir