“Biri seni arkandan vurmak için saatte 60 km hızla kayarak peşine düşmüşken, yüzleri hatırlamaya pek vaktin olmuyor. Bizim işimizde, Anna, insanlar öldürülürler. Bunu ikimiz de biliyoruz, o da biliyordu. Ya o ya bendim. Sorunun cevabı, evet. Onu ben öldürdüm”
Zaten yok olmaya mahkûm olduğunu düşündüğü dünyayı bir an önce yok ederek, yerine deniz altında yeni bir dünya kurmayı planlayan bir adamın elinden dünyayı kurtaran Bond’un hikâyesi.
Bond’un yaratıcısı Ian Fleming’in -kendisinin hiç beğenmediği- romanından sadece adını alan filmin orijinal senaryosunu Christopher Wood ve Richard Maibaum yazmış, yönetmen koltuğuna ise daha sonra bir Bond filminde daha (“Moonraker – Ay Harekâtı”) aynı görevi üstlenecek olan Lewis Gilbert oturmuş. Müziği, şarkısı ve set tasarımı ile Oscar’a aday olan film açıkçası temel olarak tam da bu unsurların öne çıktığı bir Bond filmi. Toplam yedi kez sinemanın en ünlü ajanına beyazperdede hayat veren Roger Moore’un üçüncü kez bu role soyunduğu film, serinin ve kahramanının pek çok karakteristiğini bünyesinde kimi yenilikler ile birlikte taşırken, kuşkusuz bir Bond filmi olarak görülmeyi hak ediyor. Ülkeden ülkeye gezen senaryo çok çekici değil ve son kırk-elli dakikasında doruğuna çıkana kadar aksiyonu da yeterli görünmüyor belki ama bunların hiçbiri bir Bond filmini görmeye engel olmamalı.
Aynı anda İngilizlerin ve Rusların birer nükleer denizaltısını kaçırarak, bunlarla Moskova ve New York’u ortadan kaldırmayı planlayan kötü adamı Alman oyuncu Curd Jürgens’in canlandırdığı filmin seri içindeki ilk yeniliklerinden biri, dünyayı ortadan kaldırmaya niyetli adamın Ian Fleming’in romanlarında yer almayıp, sinema için yaratılan ilk baş kötü karakter olması. Bond’un ortak düşmanlarını ortadan kaldırmak için bir Rus ajan olan “XXX” ile tüm hikâye boyunca ortak çalışması da (elbette tüm asıl kahramanlıklar Bond’un imzasını taşıyacak ve XXX bir ikinci derece kahraman olarak görünecektir filmde) filmin getirdiği yeniliklerden biri; Bond filmleri SSCB döneminde bile bu ülkeyi doğrudan kötü olarak göstermekten kaçınıp, genellikle ortak bir hedef için birlikte çalışılan veya bir kötülüğün ortak hedefi olunan bir taraf olarak göstermiştir (ve çok da iyi yapmıştır bu tercihi ile) ama burada daha ileri gidiliyor ve tam bir iş birliği sergileniyor. Yönetmen Lewis Gilbert, Roger Moore’un önceki Bond filmlerinde Connery’in izini fazlası ile takip ettiğini düşünerek, onu romanlardaki Bond’a daha yakın hâle getirmeyi hedeflemiş; “daha İngiliz, daha telaşsız ve daha esprili” bir karakter çizilmiş ve açıkçası daha önceki filmleri izlemiş olanların fark edeceği şık bir değişiklik olmuş bu ve Moore’a kendi Bond’unu yaratma imkânını vermiş.
Bond filmleri seri içinde birbirlerine göndermelerinin yanısıra ortak öğelerin kullanımı veya bir film için düşünülüp başka bir filmde kullanılan fikirleri ile de bilinir. 1969 tarihli “On Her Majesty’s Secret Service – 007 James Bond Kraliçenin Hizmetinde” filmi için başroldeki George Lazenby’nin önerdiği ama gerekli teçhizatın eksikliği nedeni ile çekilemeyen “kayakçının paraşütle uçurumdan atlaması” sahnesi burada açılışta yer alıyor örneğin ve filmin de teknik açıdan en başarılı anlarından birini oluşturuyor. Klasik Bond temasının elbette kullanıldığı filmin yeni müzikleri bu kez Marvin Hamlisch’e emanet edilmiş ve o da açıkçası oldukça parlak bir iş çıkarmış; Carly Simon’ın seslendirdiği Bond şarkısı “Nobody Does It Better” ile de (ki filmin ilklerinden bir başkası olarak, Bond şarkısı film ile aynı adı taşımamış bu kez) bu başarısını taçlandırmış. Maurice Binder tarafından tasarlanan açılış jeneriğine eşlik eden şarkı, Binder’ın her zamanki gibi çarpıcı çalışmasını da renklendiriyor. Yine ağırlıklı olarak çıplak kadın siluetlerinin yer aldığı (ve kadınların bir tabancanın namlusu üzerinde/etrafında yaptığı “absürt” hareketlerin bile bekleneceğinin aksine tadını artırdığı) çalışma Binder’ın alanında ne müthiş işler çıkardığını bir kez daha hatırlatıyor bize ve açıkçası uçurumdan atlama anı dışında yeterince çekici olmayan açılış hikâyesinden sonra filmin düzeyini yükseltiyor.
Bond’un hem karakter olarak hem de Sean Connery’in fiziğinden kaynaklanan “maço” yapısı bu hikâyede epey yumuşamış görünüyor her ne kadar kendisine seksi kadınlar ”sunulsa” ve bir şekilde yakınlaştığı her kadınla en azından öpüşse de. Film seyirciye küçük ve hoş bir oyun oynayarak Rus ajanın cinsiyeti konusunda da bu maço yaklaşımdan uzak duruyor eğlenceli bir şekilde. Hikâyesi Avusturya, SSCB, Mısır, İtalya (Sardunya adası) ve İngiltere’de geçen filmin çekimleri ise İsviçre, Mısır, İtalya (Sardunya adası), İngiltere, İskoçya, Kanada, Malta, Japonya (Okinawa adası) ve Bahamalar’da gerçekleştirilmiş; bir başka ifade ile hem Bond hem seyirci bol bol geziyor hikâye boyunca. Farklı yörelerin egzotizminden (başta Mısır olmak üzere) abartmadan yararlanmış film neyse ki (evet, Mısır’da “egzotik” bir ses olarak ezanı duyuyoruz kaçınılmaz bir şekilde!) ve piramitlerin olduğu bölgedeki ses ve ışık gösterisini (ki gerçek bir gösteri bu) örneğin, ya da tarihî eserleri hikâyesine akıllıca yedirerek herhangi bir zorlama hissi vermemeyi başarmış.
“Jaws” karakterinin aksiyon ama ondan öte mizah da kattığı filmde Rus ajanı rolündeki Barbara Bach parlak bir Bond kızı olamamış. Kısıtlı oyunculuk yetenekleri ile karakterini gerçek ve çekici kılamamış açıkçası. Moore ise Connery’in etkisinden uzakta, daha kendisi ve daha İngiliz olarak dikkat çekerken (ve zaman zaman bir parça “yorgun” bir performans sunarken), kötü adamımızı oynayan Curd Jürgens daha çok üzerine düşeni yapmakla yetinmiş görünüyor ve kalıcı bir iz bırakamıyor filmde. Oyuncularından çok belki de set tasarımları ile dikkat çekiyor film ve özellikle deniz araçları (ve onların iç tasarımları ile) ile hayli görkemli sahneler sunuyor seyirciye. Aksiyonun da doruk noktasına çıktığı bu son bölümlerde, kalabalık oyuncu kadrosunun da katkısı ile, heyecanlı ve eğlenceli sahnelere mekan olan setlerde imzası olan Ken Adam, Peter Lamont ve Hugh Scaife çok parlak bir iş çıkarmışlar gerçekten.
Bond’un yine becerilerini konuşturduğu (fiziksel ve mental becerilerin tümüne sahip elbette kahramanımız; bu kez Arapça bilgisine, gemilerin pruva tasarımları ve seyircide küçük bir “acaba” duygusu yaratan bir hoşlukla oluşturulmuş bir sahnede de egzotik balık türleri konusundaki uzmanlığına tanık oluyoruz) filmin senaryosu pek güçlü değil ve örneğin dünyanın yok olmanın eşiğine gelmesinin heyecanını pek duyuramıyor seyircide. Bir parça daha kısa da olabilirmiş hissi yaratan hikâyenin eksikliğini setleri ve özellikle ikinci yarısındaki aksiyonu ile gideriyor film çoğunlukla. Sardunya’da karada başlayıp, denizde devam eden ve su altında süren takip sahnesi hem heyecan verici hem de eğlenceli olabilmeyi başarmış örneğin. Özetle, elbette görülmesi gerekli ve yeterince güçlü ve heyecanlı olmasa da eğlenceli bir Bond filmi bu.
(“Beni Seven Casus”)