The Train – John Frankenheimer (1964)

“İnci bir kolye bir maymun için ne kadar değerli ise, bu tablolar da senin için o kadar değerli”

1944 yılında, savaşı kaybetmek üzere olan Alman ordusundan bir albayın Paris’teki bir müzede yer alan ünlü ressamların tablolarını Berlin’e nakletme çabasına karşı direnen Fransız direnişçilerin hikâyesi.

Arthur Penn’in çekmeye başladığı ama filmin baş oyuncusu Burt Lancaster’in kendisini yetersiz bulması üzerine yerini alan John Frankenheimer’in yönetmenliğini üstlendiği filmi Penn tamamlasaydı nasıl bir eser çıkardı karşımıza bilmiyorum ama Frankenheimer Lancaster’in beklentilerine uygun bir sonuç elde etmiş; hızlı, gösterişli ve heyecanlı bir film karşımızdaki. Sinema tarihinin klasikleri arasında yerini alan ama gişede başarısız olan Luchino Viconti başyapıtı “Il Gattopardo” sonrası Lancaster kariyerinin ticari başarı yönünü öne çıkarmak istemiş anlaşılan.

Televizyon kökenli Frankenheimer gerçek mekanlarda ve görsel efektlere başvurmadan çektiği filmde oldukça heyecanlı ve gerçekçi sahnelere imza atmış. Film boyunca hem tabloları taşıyan trenin hem de diğer tüm trenlerin çarpışmaktan havaya uçmaya kadar başına gelmeyen kalmıyor. Buna bir de dublör kullanmayan Lancaster’in tüm o tehlikeli aksiyon sahnelerindeki dinamizmini ekleyince filmin hedeflediği heyecan seviyesini yakaladığı rahatça söylenebilir. Bir ülkenin ve onurunun milli sembolü olmuş ve değerine paha biçilemez sanat eserlerinin karşısında bu eserlerin kaçırılmasına engel olmak için kaçınılmaz olarak feda edilecek insan hayatlarının olması hikâyeye kimi etik unsurlar da katıyor. Lancaster’in canlandırdığı istasyon şefinin baştaki ikircikli tutumunun da altını çizdiği bir durum bu ve hikâye boyunca senaryo onun baştaki tutumunun sonradan kahramanlığa dönüşmesinin arkasındaki güdünün ne olduğunu söylemiyor ve bu değişime neden olanın ne olduğu belirsiz kalıyor seyirci için. Bir yandan senaryonun eksiği olarak görülebilecek bu tercih bir yandan da filmin ideolojik veya ahlâki kimi kolay açıklamalardan da uzak durmasını sağlıyor ve yukarıda belirttiğim ve cevabı etik anlayışımıza göre değişebilecek soru için herhangi bir cevabı kabul etmeye zorlamıyor bizi.

Hikâyeyi iki adam, istasyon şefi ve Paul Scofield tarafından canlandırılan Alman albay, arasında geçen bir kişisel çatışmanın anlatımı olarak da görmek mümkün. İkili film boyunca bazen doğrudan bazen dolaylı olarak bir mücadelenin içindeler ve filmin başarılı son bölümünde hem karşılıklı son sözlerini söylüyorlar hem de mücadelenin sonucunu belirliyorlar. Bu son bölümde kamera Fransız direnişçilerin cesetlerinin görüntülerini adeta klasik tabloların tarzında görüntüye getirirken yol kenarındaki tahta kutular içindeki değerli tablolara da gönderme yapıyor ve filmin temel etik sorusunun da kapanışta bir kez daha altını çiziyor.

Filmin kimi teknik başarılarını da belirtmek gerekirse, öncelikle yönetmenin zaman zaman başvurduğu uzun çekimler akla geliyor. Örneğin Lancaster’in yaralı bacağı ile ağaçların arasında yürüdüğü, bayırdan yuvarlandığı ve rayların yanına yürüyüp gelmekte olan tren için demir yolunu tahrip ettiği sahne veya yine Lancaster’ın bombalanan istasyonda gözetleme kulesinden aşağıya kayıp koştuğu sahne yönetmenin başarı ile kullandığı uzun çekimlerin örnekleri. Trenlerin çarpışması, raydan çıkması veya tüm bombardıman sahneleri de benzer şekilde filmin teknik becerisinin kanıtları oluyor hikâye boyunca. Bu başarıların yanında filmin özellikle başlarda temposunu düşüren ve sanki aksiyon sahnelerine odaklanıldığı için üzerinde pek fazla düşünülmemiş görünen kimi gereksiz uzatılmış bölümleri, örneğin Lancaster’ın lokomotifi tamir ettiği sahne nerede ise gerçek zamanlı gösteriliyor seyirciye, ve bu bölümlerin filmin süresinin uzamasına neden olduğunu da belirtelim. Benzersiz Fransız oyuncu Jeanne Moreau tarafından canlandırılan otel sahibesi ile istasyon şefi arasındaki hafifçe değinilir gibi olan ama ne hikâyeye bir zenginlik katan ne de tüm olan bitenin yanında bir anlam ifade eden gereksiz romantizm de senaryonun aksayan bir yanı olarak dikkat çekiyor.

Maurice Jarre’ın canlı ve başarılı müziği ve Jean Tournier ve Walter Wottitz ikilisinin sağlam görüntü yönetmenliğinin de çok şey kattığı film treni Berlin’e götürmeyi nerede ise savaşı kaybetmekte olan Almanya’yı ayağa kaldırmak ile eş anlamlı gören Alman subayın kişiliğinde kimi patetik duyguları da harekete geçiren, keyifli ve sıkı bir aksiyon filmi ve bunun çoğunlukla doğal sonucu olarak karakterlerin analizi biraz yüzeysel olsa da bu durum filmin tadını çıkarmaya engel olmamalı.

(“Tren”)

(Visited 219 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir