The Way We Were – Sydney Pollack (1973)

“Birisine aşık olduğun zaman, bu ister ben olayım ister Roosevelt olsun, sağır, aptal ve kör oluyorsun”

Aktivist ve politik duyarlılığı yüksek bir kadın ile aşık olduğu ve hayat anlayışı kendisinden tamamen farklı bir adam arasındaki inişli çıkışlı aşk hikâyesi.

Amerikalı sanatçı Arthur Laurents’in kendi üniversite ve Hollywood günlerinden esinlenerek yazdığı senaryodan Sydney Pollack tarafından çekilen bir film. Baş rollerdeki Robert Redford ve Barbra Streisand’ı ilk ve son kez bir araya getiren eser, tüm bu isimlerin vaat ettiğine çeşitli nedenler ile ulaşamayan ve bugün daha çok Redford ve Streisand ikilisinin tek ortak filmi olması ile ve bundan da çok Marvin Hamlisch imzalı müziği ve yine onun artık bir klasik olan ve film ile aynı ismi taşıyan şarkısı ile hatırlanıyor. Yapım aşamasında yapımcı, yönetmen ve senarist arasındaki anlaşmazlıklar film seyredildikten sonra daha iyi anlaşılıyor; film yolunda gitmeyen bir ilişki ile politik inanç ve hayat farklılıkları arasındaki bağlantılara odaklanıyor ama buradaki sosyal ve siyasi boyut hak ettiği derinlikte ele alınamamış görünüyor.

Üniversite çağında biri (Streisand elbette) okulun Genç Komünistler Birliği’nin başkanı, diğeri (Redford) sporcu ve şık görünümlü, yazmaya yeteneği olan ama bunu çok da umursamayan bir adam olan iki karakterin on yılı aşan bir süreye yayılan ve arada evliliği de içeren ilişkilerindeki tutku ve ne seninle ne sensiz olarak ifade edilebilecek durumları yeterince inandırıcı değil öncelikle. Tüm politik duruşuna, dünyadaki adaletsizliklere karşı açtığı savaşa ve yoğun aktivist hayatına rağmen kadının bu iki benzemez arasındaki aşkı yıllarca sürdürebilmesinin nerede ise sadece aşık olduğunda aptal bir genç kıza dönüşmesi ile açıklanması yeterli olmuyor elbette. Özellikle filmin üniversite döneminde geçen ve hani nerede ise “bir komünist kızı bile yoldan çıkarır aşk dediğin” diye özetlenebilecek sahneler filmin genel havasındaki rahatsız ediciliğin örnekleri oluyor. Kendisini bir romantik dram olarak konumlandıran filmde, Streisand’ın özellikle politik angajmanlarını ve düşüncelerini sergilediği sahnelerde oyuncunun tercihlerinin de etkisi nedeni ile bir hafif komedi havasının sürekli kendisini göstermesi rahatsız ediyor kesinlikle. Buna karşılık 1947’de başlayan ve ülkedeki solcu aydınları tespit, teşhir ve Hollywood örneğindeki kara liste uygulaması gibi yöntemlerle cezalandırma olarak özetlenebilecek “Amerikan Aleyhtarı Faaliyetler Komitesi” uygulamalarının karakterlerimize de dokunduğunu gösteren sahneler daha ciddi bir yapıya sahip olsa da burada da bir yüzeysellik ve açıkça başarısız bir anlatım söz konusu. Filmin seyirci karşısına çıkmadan önce bu bölümle ilgili pek çok sahnenin kurguda atıldığını öğrenince ortaya çıkan sonucun nedenini anlamak da mümkün oluyor.

Streisand’ın senaryonun tercihlerinin sonucu olarak adeta bir müzikaldeymiş gibi “canlı”oynadığı, buna karşılık Redford’un filmin “ağır” tarafını üstlendiği ama üniversite çağındaki sürekli sakız çiğneyen hali ile karakterine bir derinlik katamadığı filmin en temel hatası taşıyamadığı veya daha doğru bir deyiş ile taşımamayı seçtiği sosyal ve politik içeriği bir yandan hikâyesinin ana temalarından biri yapmayı seçmiş olması. Odasında Lenin posteri olan, Franco İspanya’sına karşı bildiri dağıtan ve komünist aktivistliği hayattaki en temel duruşu olan kadının rahat, esprili, şık ve yakışıklı olan ve sahip olduğu yazarlık yeteneğini bile umursamayan bir adama aşık olması ve Hollywood’a yerleşmesinin ne açıklaması ikna edici biçimde yapılabiliyor ne de film Streisand’ın aşkından dolayı katlandığı ve bastırmaya çalıştığı rahatsızlığının yarattığı dramın sinemasal karşılığını üretebiliyor. Yine de tüm bu anlarda, bazen filmin havasının dışına çıkmış olsa da Streisand’ın varlığı, enerjisi ve aşkın kendisinde yarattığı kırılganlığı seyirciye geçirebilmesi hikâyeyi kurtarıyor. Kendisini terk eden adamı en iyi dostu olduğu için teselli almak üzere evine çağırdığı sahne örneğin, bu kırılganlığı çok iyi anlatıyor. Aslında Streisand’ın bu başarısı bir yandan da filmin bir zayıf noktasını işaret ediyor; Streisand film boyunca adeta kendisini oyunuyor. Sarhoş Redford ile yatağa girdiği sahne veya tüm politik sahnelerde karşınızdakinin o olduğunu unutmanıza imkân vermeyecek kadar baskın bir performans sergiliyor sanatçı. Kendisi de Hollywood’daki solcu avının kurbanı olan ve üstelik aslında bu taraklarda pek de bezi olmayan Arthur Laurents’in hikâyesinin politik yanının tek ciddiyet kazandığı bölümünün Hollywood’da geçen sahneler olması anlaşılır bir durum ama burada da bir eksiklik hissinden kurtaramıyorsunuz kendinizi seyrederken.

Peki tüm bu eksikliklere rağmen film ilgiyi hak ediyor mu? Evet cevabını pek de zorlanmadan vereceğiniz bir film bu. İki büyük ismin sık sık yakın planlara malzeme olan yüzleri ve bu sahnelerdeki çekicilikleri, “The Way We Were” şarkısını hikâyesi ile birlikte görme ve dinleme şansı ve Streisand’ın oyunu filmi yine de 70’li yılların hatırlanan eserlerinden biri yapmaya yetiyor. Direnmeyi hiç bırakmayan bir kadın ile konformizmin kucağında yaşayan bir adam arasındaki aşkın hikâyesi, hayli eksik kalsa da, hayal ettirdikleri ile de kendisini görülebilir kategorisine koymayı başaran filmlerden.

(“Bulunduğumuz Yol”)

(Visited 358 times, 3 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir