The Whole Shootin’ Match – Eagle Pennell (1978)

“Ciddiyim! Bana bak. Otuz yaşını geçtim, neredeyse yolu yarıladım ve şimdi bir şey yapamazsam asla başaramayacağım”

İki çok yakın arkadaşın zengin olabilmek için icat yapmak ve yerlilerin gömdüklerine inanılan altınları bulmak için harcadıkları çabaların ve gerçeklerle yüzleşmelerinin hikâyesi.

Senaryosunu Eagle Pennell ve Lin Sutherland’ın yazdığı, yönetmenliğini Pennell’ın yaptığı bir ABD filmi. Amerikan bağımsız sinemasının öncülerinden olduğu kabul edilen ve Robert Redford’a Sundance Film Festivali’ni başlatmak için ilham kaynağı olan film çok düşük bir bütçe ile (30 bin dolar’dan daha az olduğu söyleniyor bütçenin) çekilmiş ve bugün ABD’nin bağımsız sineması denince akla gelen hemen tüm özellikleri barındıran bir yapıt. Sıradan insanların küçük hikâyelerini hafif bir mizah da içeren bir sinema dili ile anlatan film 16 mm formatında çekilmiş olmasının da katkısı ile, “ev sineması” filmlerinin amatör gerçekçiliğini de perdeye taşımış. Ortalama bir seyirci için fazlası ile küçük ve önemsiz görünecek içeriği ile sıkıcı olabilir Pennell’ın bu çalışması ama önyargısız yaklaşan bir seyirci için karakterlerini tüm zayıflıkları ile gerçekçi bir biçimde sergileyen yapıt genç yaşta ölen sinemacıyı anmak için de iyi bir fırsat.

Alkol ve uyuşturucu bağımlılığı ile geçen hayatını 2002’de ve henüz 48 yaşındayken yitirmiş Pennell. Çocukluğundan beri sinemaya hep ilgi duyan sanatçı Glenn Irwin Pinnell olan gerçek adını değiştirirken, yeni soyadını hayranı olduğu John Ford’un 1949 tarihli “She Wore A Yellow Ribbon” (Sarı Kurdelalı Kız) adlı filminde Harry Carey Jr.’ın canlandırdığı teğmen Ross Pennell karakterinden alacak kadar da düşkünmüş sinemaya. Bu son uzun metrajli filminde senaryoyu birlikte yazdıkları Lin Sutherland ile ortak yapımcılığı da üstlenen Pennell ayrıca kurgusuna ve görüntü yönetmenliğine de imza atmış filmin ve yapıtı hemen her unsuru ile kendisine ait kılmış. Sanatçının en çok bilinen filmi -bu yapıt gibi siyah-beyaz olan-, 1983 tarihli “Last Night at the Alamo” ama bu çalışma da kesinlikle ve en azından has sinemaseverlerin ilgisini hak ediyor.

Frank (Sonny Carl Davis) ve Loyd (Lou Perryman) adındaki iki yakın arkadaşı hikâyesinin kahramanı olarak yaratmış Pennell. Vietnam’da savaşmış olan Frank alkol sorunu olan, evli bir adamdır ve bekâr olan Loyd ile birlikte akıllarına gelen her türlü işi denerken bir yandan da Loyd’un icatları ile zengin olmanın hayalini kurmaktadırlar. Onları rahata kavuşturacak bir diğer ihtimal de yörede uzun süredir konuşulan “yerlilerin gömdüğü altınlar” efsanesidir. Pennell bu iki adam aracılığı ile sıradan Amerikalıların hayallerini ve hayal kırıklıklarını oldukça sade bir dil kullanarak, iki oyuncusunun da çekici bir uyumla önemli bir katkı sağladığı gerçekçilik duygusu ile anlatıyor. Başta bu iki karakter arasındaki sahneler olmak üzere, yönetmen oyunculara sınırsız bir doğaçlama hakkı vermiş ve her tür sinemasal süsten arındırılmış, belgesel gerçekliğinde bir hikâye ve karakterler çıkmış ortaya. Arabalı sinemada Frank, eşi Paulette (Doris Hargrave) ve oğlu arasındaki sahne örneğin tüm diyalogları ile bir belgeselde görseniz hiç yadırgamayacağınız bir içeriğe sahip ve hikâye tümü ile bu biçim ve içerikteki sahnelerden oluşuyor.

Başta Frank ve Loyd olmak üzere ana ve yan karakterlerinin hemen hiçbirine yargılayarak yaklaşmamış Pennell. Örneğin liseden beri Paulette’in peşinde olan Frank’in kuzeni Olan ile kahramanlarımızdan biri arasında yumruk yumruğa yaşanan kavga barışla sonuçlanıyor ve trajik bir girişimi umuda ve “hayat böyle” kabullenmesine bağlayan finalinin de gösterdiği gibi Pennell aslında oldukça iyimser bir hikâye anlatıyor bize. Özellikle Frank’te daha bariz bir şekilde ortaya çıkan “ergenlikte takılıp kalma” hâlinden ve fizikleri erişkin olsa da ruhları birer çocuk olan karakterlerin bu zayıflıklarının doğal sonucu olan hafif komediden de yararlanmış görünüyor yönetmen. Yan karakterlerde de (örneğin Kuzen Olan veya tekerlekli sandalyedeki yaşlı adam) eğlencesini koruyan filmin hikâyesi -televizyon tarihinin en iyi sitcom’larından biri olan Seinfeld’den esinlenerek söylersek- “hiçbir şey hakkında” ve Pennell da tüm doğallığı içinde bu hiçbir şeyi seyirci için çekici kılmayı başarıyor. Genel olarak kendisini öne çıkarmayan bir yönetmenlik çalışmasını tercih eden Pennell birkaç sahnede (iki kahramanımızın aldatıldıklarını öğrendikleri sahne gibi) bu seçimini bırakıyor ve müziğin kullanım şekli ve sessiz sinemayı hatırlatan bir hava ile şaşırtıyor bizi olumlu bir şekilde.

Evet, sıradan karakterleri ile sıradan bir hikâye bu ama sonuçta tam da bu yüzden değerli. İnsanın günlük dertleri, arzuları, korkuları, acizlikleri ve hırsları birer birer ve altları hiç çizilmeden geliyor karşımıza ve hayatın ne olursa olsun yaşamaya değer olduğunu, insanları her halleri ile kabul etmemiz gerektiğini ve samimiyet ile anlatılan her öykünün dinlenmeyi hak ettiğini söylüyor bize Pennell. Aynı zamanda Amerikan bağımsız sinemasının atası kabul edilmeyi hak ettiğini de düşününce, bağımlılığı ve parasızlığı yüzünden bir süre sokaklarda yaşayan Pennell’ın 25 yaşındayken çektiği bu filmi görmekte yarar var kesinlikle.

(Visited 97 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir