“Şeytan! Ellerin onların kanına bulandı. Sen yaptın, sen yaptın! İçine şeytan girdi ve sana hükmetti. Onun günahıyla kirlendin. İçinden kötülük taşıyor senin. Ölümle anlaşma yaptın”
1630’lu yıllarda ABD’nin New England bölgesinde evlerinin yakınındaki ormanda yaşayan kötü güçlerin etkisi altında kalan dindar bir ailenin hikâyesi.
Robert Eggers’in yazıp yönettiği bir ABD ve Kanada ortak yapımı. Kendi çocukluğu da New England’da geçmiş olan Eggers’in bu ilk uzun metrajlı filmi doğaüstü güçlerin varlığı üzerine kurulu olsa da bir gizem ve korku hikâyesi olarak farklı okumalara oldukça açık bir çalışma. Yavaş ilerleyen akışı ve korkutmaktan çok, gizem uyandırmayı ve yorumlamayı teşvik eden anlayışı ile klasik korku filmlerinin meraklılarını belki çok cezbetmeyebilir ama bir sonraki filmi “The Lighthouse”un da gösterdiği gibi yetenekli bir sinemacı olan Eggers’in bu çalışması oldukça ilginç ve gösterdiklerinin çok ötesinde çağrışımlara da götüren içeriği ile ilgiyi hak eden bir sinema yapıtı.
Film bir yargılama sahnesi ile başlıyor. Püriten bir cemaat dört çocuklu bir ailenin, dinsel konulardaki derin anlaşmazlık nedeni ile koloniden ayrılmasını istiyor. İsa’nın gerçek öğretisini takip ettiğini iddia eden baba düşüncelerinden taviz vermeyerek, tüm ailesini alarak terk ediyor cemaati ve bir ormanın hemen yanında yeni bir ev inşa ederek, oraya yerleşiyor. Burada beşinci bir çocuk dünyaya geliyor ve işte bu bebeğin başına gelen tuhaf olayla, aile içinden çıkamadığı tuhaf olayların içinde dağılmaya başlıyor. Bu hikâyeyi anlatırken film, kötü güçlerin (daha doğrusu cadıların) varlığı konusunda seyircide en ufak bir tereddüt bırakmayacak şekilde hareket ediyor. Dolayısı ile film, sadece bu bakış ile ele alınıp bir cadı hikâyesi olarak değerlendirilebilir ve o gözle izlenebilir. Buna karşılık hikâye dinsel olanın da dahil olduğu her tür baskı, feminizm, ataerkil bir toplum yapısı ve uygarlık ile doğanın ve iyi ile kötünün çatışması gibi farklı başlıklar açısından da ele alınmayı hak eden bir içeriğe sahip ve bu bakımdan da oldukça ilginç olacaktır pek çok seyirci için.
Sert anları her zaman doğrudan göstermiyor film ama gösterdiğinde de epey güçlü bir etki yaratıyor seyreden üzerinde. Hikâyenin hemen başlarında bebeğin başına gelenleri ima eden görüntüler ve sonrası oldukça sert örneğin ve babanın kara bir keçi ile yaşadığı da -beklenmedik bir şekilde gelişmesinin de etkisi ile- bir yumruk etkisi yaratabilir hazırlıksız yakalanan bir seyirci üzerinde. Yavaş gelişen bir hikâyenin seyirciyi sarsması için gerekli anlar bunlar ve Eggers dozunu kaçırmadığı bu türden sahneler ile seyirciyi elinde tutmaya devam ederken ona aslında çok faklı şeyler de anlatabiliyor bu sayede. Bir filmde gösterilenler (ya da gösterilmeyenler) doğal olarak her seyirci tarafından sadece ona özel bir biçimde algılanır kuşkusuz; dolayısı ile bazen yönetmenin aklından bile geçmeyen semboller bulabilir örneğin bir seyirci ve filmi de bunların üzerinden değerlendirebilir. Eggers’in filmi bu durumu doğrulayacak bir hikâyeye sahip kesinlikle ve her bir karakter (ve her bir gelişme) seyirciden “okuma” bekleyecek unsurlarla zenginleştirilmiş.
Püritenler 16 ve 17. yüzyıllarda İngiliz Kilisesi’ni katolik uygulamalardan tamamen koparmaya çalışan İngiliz protestanlarına verilen isim ve hikâyelerini seyrettiğimiz aile de 1630’lu yıllarda ABD’ye göç eden püritenlerden. Oldukça dindar bir aile bu ve tüm konuşmalar şeytan ve Tanrı, cennet ve cehennem, iyilik ve kötülük arasında gidip gelirken, günah ve cezalandırma çocukların beyinlerine kazınıyor sürekli olarak. Hikâyenin başındaki yargılamada baba ile cemaat arasında dinsel konularda ne tür bir farklılık olduğunu anlamıyoruz ama babanın -sonradan kendisinin de itiraf edeceği üzere- gururuna ve kibire yenik düşerek cemaati terk etme kararını vermesi hem onun hem de tüm ailenin başına büyük bir felaket getirecektir. Ailenin çiftçilik işleri hiç iyi gitmemektedir ve baba da farklı sahnelerde gösterildiği üzere -ve çocuklardan birinin ifadesi ile- odun kesmekten başka bir şey becerememektedir. Aileyi toplumun bir örnek parçası olarak kabul edersek, lideri başarısız ve yetkinlikleri çok kısıtlı olan bir toplum var karşımızda. Yasakladıklarını (örneğin yalan söylemek, ormana gitmek) kendisi yapmak zorunda kalan bu liderin dinsel boyutu yüksek baskısı tüm çocukların ruhsal gelişimlerini kısıtlamaktadır doğal olarak. Ailenin en büyük çocuğu olan Thomasin ergenlik çağına girmekte olan bir genç kız olarak bu baskıların en yoğununu yaşamaktadır ve bu baskı hem anneden hem babadan gelmektedir. Ailenin karşılaşmaya başladığı kötü olayların sorumlusu olarak da o gösterilecektir çoğunlukla. Film finalini onun bu baskıya karşı bir seçimi gibi konumlandırıyor adeta ve bir aşırı uçtan gelen baskının ona maruz kalan bir bireyi bir başka aşırı uca, üstelik tam ters yönde duran bir uca itebileceğini gösteriyor. Thomasin’in bir genç kız olarak yaşadıklarını, baskıcı toplumların ve dinsel bir fanatizmin özellikle kadınlara yarattığı “cehennem”in sembolleri olarak görmek mümkün bu bağlamda.
Çeşitli toplumlarda şeytanın sembolü veya büründüğü bir biçim olan kara keçiden ailenin büyük oğlunun şeytan tarafından ele geçirilmiş göründüğü anlara veya ikiz çocukların bir duayı “hatırlayamaması”na film hristiyan kültürlerin farklı sembollerini bolca kullanıyor ve günlük hayata da rüyalara da hep dinin egemen olduğu bir aileyi anlatıyor. Çocukların birbirlerini cadı olmakla itham etmeleri, annenin bebeğin başından gelenden ve sonraki olaylardan genç kızı sorumlu tutması, baba ile anne arasındaki çatışmalar ailenin adım adım dağılıp gitmesine neden olurken, film kendi fanatizminin kurbanı olan bir toplumu getiriyor karşımıza sanki.
Ailenin iki büyük çocuğunu canlandıran (Thomasin rolündeki Anya-Taylor Joy ve Caleb’i oynayan Harvey Scrimshaw) oyuncuların çok güçlü performanslarına ikizleri oynayan minik oyuncuların başarısını da (Mercy’i oynayan Ellie Grainger ve Jonas rolündeki Lucas Dawson) katınca, yönetmenin başarı hanesine onlardan aldığı performansı da eklememiz gerekiyor. Baba ve anneyi oynayan tecrübeli oyuncuların (Ralph Ineson ve Kate Dickie) olgun performanslarına çocuklarınkini katarak, temel olarak bu altı karakter arasında geçen hikâyede sağlam bir takım performansı yaratmış Eggers ve doğaüstü olayların yaşandığı bir hikâyenin inandırıcılık açısından herhangi bir probleminin olmamasını sağlamış. Eggers’in senaryoyu yazarken 1630’lu yılların gerçek kayıtlarından (diyalogların önemli bir kısmı bu kayıtlara dayanılarak yazılmış) ve dönemin halk masallarından ve efsanelerinden yararlanması da bu inandırıcılığı güçlendirmiş görünüyor. Seyrettiğimiz hikâyeyi “gerçek” kılan bir diğer unsur ise görüntü yönetmeni Jarin Blaschke’nin istisna anlar dışında doğal ışık kullanmayı tercih etmiş olması. Özelikle iç mekân çekimlerde hikâyenin karanlık havasına uygun görüntüler elde edilmesini sağlamış bu tercih ve gerilim ile gizemin önemli anlarda hep canlı olmasına önemli bir katkı sunmuş.
Robert Eggers’in özellikle bir parça soğuk tutulmuş görünen yönetmenlik çalışması ve sakin sineması bir korku filminde bunların aksini bekleyenleri özellikle başlarda bir parça hayal kırıklığına uğratabilir belki ama filmi farklı ve önemli kılan ögelerden biri de bu. Böylece evdeki altı karakterin arasına seyirci olarak biz de karışabiliyor ve dürtülerini, korkularını ve bunların sonucu olan eylemlerini daha iyi anlayabiliyoruz. Açıkçası yeterince ürküttüğünü söyleyemeyeceğimiz ve zaman zaman diyalogların arasında yolunu kaybetmiş gibi görünen bir film için gerekli bir başarı bu.